82ekran için yazan: Polat Öziş
Sonu belirsiz kocaman bir evren YouTube. Herkesin dilediğince içerik üretebildiği, bunu da geniş kitlelere yayabildiği bir mecra. Hal böyle olunca, birçok farklı videoya ulaşmak da mümkün hale geliyor. Tabii, bu noktada önemli olan husus, kullanıcının yani bizlerin, YouTube’u hangi amaçla kullandığı. Malum, eğer gülmek, hatta zaman öldürmek için alelade içerikler aranıyorsa, bu tanıma uygun yüzlerce kanalla karşılaşılacağı aşikâr. Ancak mevzu bahis gündelik hayattan yansımalarsa, bir başka deyişle yaşamın vurucu yanıysa, işte o noktada ulaşılacak kanal sayısı bir elin parmağını geçmez. Bu konuda hiç şüphe yok ki, kendi özgü tarzı ve stilize belgeselleriyle 140journos’un başı çektiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
140journos’u önemli kılan yegane husus, şüphesiz ki nitelikten taviz vermeyen tavrı. Yayın hayatına başladığı günden bu yana çizgisini koruyan ve izleyicisini daima tatmin etmeyi başaran kanal, özellikle BluTV ile ortaya koyduğu “Parayı Vuranlar” serisinden sonra çekim kalitesini arşa çıkarmış durumda. Burada, bir dijital platforma iş yapmış olmanın profesyonelliğinin, akabinde kanalın YouTube videolarına da pozitifi bir şekilde yansıdığı su götürmez bir gerçek. Peki, her videosunu merakla beklediğimiz, müziklerinden tutun da kurgusuna kadar her yanıyla çarpıcı bir gerçekliği huzurlarımıza getiren 140journos’un en iyi 10 belgeseli hangisi? Dilerseniz hep birlikte göz atalım.
Seneler evveldi. Sinan Erdem Spor Salonu’nun ilk açıldığı yıllar. Bir İzmitli olarak İstanbul’a gelmiş, o zaman ki adıyla Efes Pilsen’in maçına doğru yola koyulmuştum. Metrobüsten indiğimde en başta ne tarafa doğru gideceğimi pek kestirememiş ve kendimi Şirinler’e atıvermiştim. İşte o an, büyük bir sorgulamaya girdiğim anla baş başaydım. Sahi, neredeydim ben? Eğer benim gibi yolunuzu şaşırarak, Ataköy yerine Şirinevler’e geçerseniz, ülke değiştirmiş hissine kapılmanız pekâlâ mümkün. 140journos’un en çarpıcı videolarının başında gelen “Medeniyet Separatörü” bir köprünün, iki farklı yaşam tarzını birbirinden ayırışını sarsıcı bir şekilde ele alırken, gelir farkının adaletsizliğine de açtığı parantezle de dikkat çekiyor.
Her yıl milyonlarca turist ağırlayan bir ülke olarak yabancıları ne kadar seviyoruz? Onlara nasıl davranıyoruz? 140journos’un Türkiye’de yaşayan farklı milletlere mensup bireyleri ağırladığı belgeseli “Yabancıların Gözünden Türkiye” bir yandan misafirperverliğimizi içten bir şekilde dışa vururken, öte yandan ise ırk ayrımı gözeten iki yüzlülüğü açıkça ortaya koyuyor. Tabii 19 dakikayı bulan belgesel, yüzümüzü güldürmeyi ve ülkemizin gerçeklerini de resmetmeyi ihmal etmiyor. Evet, kabul etmek gerekir ki Türkiye cennet gibi bir ülke… Ve Yabancıların Gözünden Türkiye belgesiyle, bu ülkenin karış karış ne denli büyük güzellikler içerdiğini ve yaşadığımız coğrafyanın değerini idrak etmek fazlasıyla mümkün hale geliyor.
İstanbul’da yaşamak dışarıdan bakıldığında oldukça cazip gelse de işin içine girildi mi koca bir kabustan farksız. Ve ne yazık ki İstanbul’da yaşamanın bedeli de fazlasıyla ağır. 140journos’un Mavi Yakalı, Üniversiteli ve Beyaz Yakalı olarak üç bölüm halinde sunduğu “İstanbul’un Bedeli” serisinin en çarpıcısısı şüphesiz ki Beyaz Yakalı. Her sabah işe gitmek için birden fazla vasıta değiştiren, toplu taşımada nefes almak için ekstra çaba sarf eden, yaşamını sürdürebilmek için bir başka ev arkadaşına muhtaç olan beyaz yakalının şehirdeki dramını merkezine alan belgesel, İstanbul’un gerçek yüzünü de dosdoğru bir şekilde aktarmayı başarıyor. Bunu yaparken bir an olsun ajite etmeyişi, aksine vurucu bir şekilde anlatısını ortaya koyması da belgeselin albenisi oldukça yukarı taşıyor.
Ne iş yaparsanız yapın. Herkesin zihnine mıh gibi kazınmış bir cümle vardır: “Seks satar”. Evet, konuşulması namahrem olan olgular, özellikle bizim gibi muhafazakar ülkelerde her daim ses getirir. Aynı 140journos’un “Penis Haritası” belgeselinde olduğu gibi. Kabaca 3500 penis gören bir seks işçisinin anılarından yola çıkarak oluşturulan belgeselde, Türkiye’deki erkeklerin bölgelere göre penis boyu ortalaması ortaya konuyor. Tabii video, birçok insan için namahrem sayılacak bu olayı, eğlenceli bir yapıyla sunarak, esasen “seks satar” kavramını da olabilecek en çekici şekilde vermeyi başarıyor.
Yok abicim, öyle bir şey yok. Atatürk bir tane; her yeşil gözlü Atatürk olsaydı bu ülkede…
Meşhur deyimimizde olduğu gibi: “İnsan insana benzermiş”. Sahiden de öyle mi? Evet, belki fiziksel olarak bir başkasına benzemek, tarihte derin iz bırakmış devlet adamlarını andırmak, fani dünyada başımıza gelebilecek rastlantılardan sadece bir tanesi. Ancak ne var ki, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için özel bir noktada konumlanan Mustafa Kemal Atatürk’e benzemek, koca bir şans, bazense büyük bir sahtekarlıkla eş değerdir. İşte, 140journos’un Atatürk’e Benzeyen Adam adlı belgeseli, milyonda bir olacak rastlantıyı tüm yönleri ile ele alırken, bunun bir sahtekarlık mı yoksa şans mı olduğu cevabını izleyiciye bırakarak, tarafsızlığıyla alkışı hak ediyor.
Malum, geçtiğimiz yıl dövizdeki ani fırlama ile birlikte her vatandaşın iliklerine kadar hissettiği ekonomik kriz, hali hazırda da ülkemizin en büyük gündemi. Tabii, bu süre zarfı içerisinde devletin attığı adımlar da yok değil. Başta da Ekonomi Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı “Yapısal Reformlar”. 1980’li yıllarda Turgut Özal’ın hükümeti devralması ile birlikte uygulamaya konan ve günümüzde de devam eden serbest piyasa ekonomisi, tam manasıyla çökmüş halde. Bu çöken yapıyı onarmak için devreye sokulan “Yapısal Reformlar” birçok kişinin zihninde de soru işareti bırakmış, bırakmaya da devam eder durumda. 140journos’un “Neymiş Bu Yapısal Reformlar” belgeseli ise, adıyla müsemma bir şekilde, Türk ekonomisinin dününü, bugününü ve yarınını çarpıcı bir şekilde ele alırken, alanında uzman iktisatçılarla çarpıcı tespitleri de ortaya koyuyor.
Çalınan bir özgürlük ve yaşama fırsatı tanınmayan bir hayat… Dile kolay; 33 yıl 9 ay 17 gün 11 saatini cezaevinde geçiren, hem de suçsuz yere bu mahpusluğu çeken Mehmet C.’nin öyküsü, başlı başına bir adaletsizlik örneği. İki bölüm halinde izleyicisine sunulan belgesel bir yandan Mehmet C. vesilesiyle özgürlüğün ne denli büyük bir nimet olduğunu çarpıcı bir şekilde ele alırken, öte yandan ise hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeği ile bizi bir kez daha yüzleştiriyor. Ancak bunu yaparken, ajite etmekten uzak bir tavır sergilerken, kahramanının ağzından çıkan her kelimeyle de izleyicisinin bam teline dokunmayı ihmal etmiyor. Her bir noktasıyla insanlık hikâyesi olan “Bırakmadılar Yaşayayım” vicdanı olan tüm bireylerin kalbine dokunacak denli vurucu bir iş.
Okul mu önemlidir yoksa bir kavrama âşık olmak mı? Eğer cevabınız okulsa, henüz “Diyarbakır’da Bir Astronom” belgeselini izlememişsiniz demektir. Fırıncılık yaparak hayatını idame eden ve ilkokul mezunu olan Albülkadir Topkaç, tarihi değiştiren bir astronom. Nasıl mı? 1992 yılında ayın dünyanın çevresindeki hareketinin dairesel olmadığını gören ve bunu yazılı olarak NASA’ya bildiren Topkaç, ülkemizin bilinmeyen bilim insanlarından biri. Onun gökyüzüne olan aşkını, duygusal bir biçimde ele alan ve eğitimin her şey olmadığını net bir şekilde ortaya koyan “Diyarbakır’da Bir Astronom” tarihin gizli kahramanlarından birine biçtiği paye ile de takdiri ziyadesiyle hak ediyor.
Eğer bir kez dahi yolunuz Esenler Otogar’a düşmüş ve alt kata inme gafletinde bulunmuşsanız, oradaki suça meyilli ortamın ne demek olduğunu da çok iyi biliyorsunuz demektir. Gelgelim ki, bağımsızlığını ilan edecek noktaya gelen ve adeta korku filminden fırlamışçasına şehrin göbeğinde yer eden Esenler Otogar’a dair kimse ağzını açmaz, tek kelime etme cesaretinde bulunmazdı. Ta ki, 140journos’ın Esenler Otogar: Alt Kat belgeseline kadar. Evet, bu belgeselde bilmediğimiz bir şey yok. Ancak bildiğimiz, kulaktan dolma bir şekilde şehir efsanesi halini alan söylentilerin, gerçeğin ta kendisi olduğu, Esenler’in adından daha büyük bir tehlike arz ettiği var. Her bir dakikasıyla, gerçeğin buz kesen tarafını, bir tokat edasıyla yüzümüze vuran 140journos, kendi haline bırakılan bir yapının ne denli büyük bir kara deliğe dönüşebileceğini izleyicisine aktararak, büyük bir farkındalığı da huzurlarımıza getiriyor.
Fıkrasına gülünmeyen adam ya da mesih… Ne derseniz deyin, ancak kabul etmek gerekir ki Hasan Mezarcı, yakın siyasi tarihe damgasını vurmuş bir isim. Onun mesih olduğunu ilan edişinin ardından ortadan kaybolması ise koca bir bilinmezlik olarak yıllardır gizemini korumaktaydı. Ta ki 140journos kanalından çıkagelen çalışmaya kadar. Evet, Hasan Mezarcı bıraktığımız gibi. Hatta daha da büyümüş vaziyette. Hala mesih olduğunu iddia ediyor ve ona inanan müritleri ile birlikte çok mutlu. Tabii, “Dedim Dedim İnanmadınız” belgeseli, yalnızca mesih olduğunu dile getiren eski bir siyasetçiyi ele alması ile ilgi çekmiyor, aynı zamanda odağına yerleştirdiği kahramanların söylemleriyle de çarpıcı yapısını doruğa ulaştırıyor. Günümüz siyasetinden, dini terminolojinin derinliklerine kadar uzanan birçok noktaya temas eden “Dedim Dedim İnanmadınız” yalnızca 140journos’ın en iyi belgeseli değil, aynı zamanda son zamanlarda karşımıza çıkan da en spesifik çalışmalarından da biri.