Sinemanın gerçeklikle ilişkisi, geçmişten bugüne dek kuramcılar tarafından tartışılmıştır. “Sanat, sanat içindir” ve “Sanat, toplum içindir” düşünceleri, sinemayı da kapsamıştır. Ekim Devrimi‘nden sonra Lenin, Sovyet Rusya‘nın bir ucundan diğer ucuna giden trenlerde ücretsiz film gösterimleri yaparak, hareketli görüntünün provokatif gücünden yararlanmıştır. Benzer uygulama, Osmanlı Devleti‘nde de mevcuttu. Müslim ve gayrimüslim farkı gözetmeksizin, şehirlerden köylere uzanan film gösterimleri yapılmış, makinist ve mühendisler dışında tüm personeli Osmanlı tebaasından seçmişlerdi. Tüm gösterimler, Osmanlı’nın gözetiminde yapılacak, gösterimden önce muhakkak izin alınacaktı.
Documentarie sözcüğünü literatüre kazandıran John Grierson, sanatın gerçekçi tarafında yer alarak, sinemanın topluma hizmet etmesi gerektiğini söylemiştir. Ben de Grierson’ın izinden giderek, Amerika’dan İsrail’e kadar uzanan, hukuk sistemindeki yozlaşmaları, çözülmüş veya çözülememiş davaları anlatan veya katillerle yüz yüze görüşmeler yapılarak kurgulandırılmış Netflix belgeselleri içerisinden kaçırmamanız gerekenleri paylaşacağım.
Matthew Shepard, 1998 yılında henüz 21 yaşındayken, cinsel yönelimi gerekçe gösterilerek öldürülen ve böylelikle nefret suçunun sembolü haline gelen bir üniversite öğrencisiydi. Shepard, iki kişi tarafından dövülerek öldürüldü, bedeni çitlere bağlandı. Anne ve babasının röportajlarına göre, yüzü öylesine şişmişti ki tanınmayacak haldeydi. Onun ölümünden yıllar sonra, nefret suçlarının önüne geçebilmek için “Matthew Shepard Kanunu” yürürlüğe girdi. Başta Ellen Degeneres olmak üzere, birçok ünlü, Matthew anısına düzenlenen anma törenine katıldı.
İngiliz gazeteci ve sunucu Piers Morgan, “Katil Kadınlar” isimli belgesel serisinde, ailesini, sevgilisini, eski sevgilisini, kocasını öldüren veya öldürmeye teşvik eden kadınlarla röportaj yapıyor. Olayların gerçekleşme sebepleri konuşulurken, maktullerin aileleri de hikâyeye dâhil oluyor. Klasik “hapishane” temasından farksız şekilde, her bir kadın suçsuz olduklarını veya manipüle edildiklerini iddia ediyorlar. Ayrıca Piers Morgan, Amerika’da silah kullanımının yüksek olduğu Texas gibi eyaletleri seçmiş.
Aristokrat bir aileden gelen John Eleuthère du Pont, Pensilvanya’daki malikanesini, Foxcatcher adını verdiği güreş takımını eğitmek için kullanıyor. Pont, filântrop, kuşbilimci gibi pek çok unvana sahip. Team Foxcatcher filmiyle, yalnız, zengin ve aşağılık kompleksine sahip bir adamın, ne kadar ileri gidebileceğini öğrenebilirsiniz. John du Pont‘u, Mark Schultz‘un gözünden anlatan biyografik film Foxcatcher‘da, Pont’u Steve Carrell canlandırıyor.
The Staircase, Michael Peterson‘ın 15 yıl süren hukuk mücadelesini anlatıyor. Belgesel, bizzat Michael Peterson‘ın ekibi tarafından çekildiği için pek çok platformda “taraflı” olduğu şeklinde eleştiriliyor. Belgesel, 15 yıla yayılan süreçle eş zamanlı çekildiğinden ‘belge‘nin hakkını veriyor. Gerçek mahkeme görüntüleri, Kathleen Peterson‘ın bir türlü aydınlatılamamış ölümünün nasıl gerçekleşmiş olabileceğiyle ilgili teoriler mevcut. Michael Peterson‘ın masumiyetiyse hala tartışılıyor.
Tair Rada, henüz 13 yaşındayken, okulunun tuvaletinde vahşice öldürülen genç bir kız. Tuvalette ayak izleri, DNA ve saç kılları bulunmasına rağmen, cinayeti hiçbir zaman aydınlatılamadı. Shadow of Truth belgeseli, delil yetersizliğine rağmen masum insanları hapse atan İsrail hukuk sistemini, dört bölümde eleştiriyor. Son zamanlarda Tair’i, onu kıskanan sınıf arkadaşlarının öldürmüş olabileceği konuşuluyor. Belgesel dizisinin yapım aşamasında, Tair Rada‘nın babası yaşamını yitirmesi ise ayrı bir dipnot.
40’lı yaşlarındaki pizza kuryesi Brian Wells, tüfek olarak modifiye edilmiş bastonu ve boynuna kilitlenmiş bombayla bir bankayı soymaya çalışıyor. Banka çalışanlarına, 250 bin dolar istediğini ve 15 dakika zamanlarının olduğunu, 15 dakika sonunda eğer parayı vermezlerse boynuna bağlı bombanın patlayacağını söylüyor. Bu noktada Brian Wells‘in gerçekten bir kurban mı, yoksa soyguna giderken kandırılıp her şeyin üzerine mi yıkıldığını çözmeye çalışıyorlar. Brian Wells, bombayı sahte mi sanıyordu? Brian Wells, oyuna mı getirildi? Evil Genius‘ın yardımcı yönetmeni ve yapımcısı Trey Borzillieri, soygunda parmağı olduğunu düşündüğü Marjorie Diehl-Armstrong ile 10 yılı aşkın süre mektuplaşmış. Olayları, “Mastermind“ın ağzından dinleyelim.
Yıllardır idam edilmeyi bekleyen 10 katilin hikâyesinin anlatıldığı, 10 bölümlük belgesel dizisi, yalnızca maktullere değil; katillerin çocukluğuna da inerek, onları suça teşvik eden faktörlere yoğunlaşıyor. Macdonald Triad‘a göre, katiller, çocukluklarında üç temel eylemde bulunurlar. İlki, hayvanlara işkence, ikincisi, kundakçılık, üçüncüsüyse yataklarını ıslatmak… I am a Killer, suçun oluşumunda aile istismarını da sorumlu tutarak, listeye dördüncüyü ekliyor. Ailelerinden şiddet gören ve sevgisiz bir ortamda büyüyen çocuklar, şiddete eğilimli hale geliyorlar.
Spotlight ekibinin, kilisede cinsel saldırı haberlerinden çok önce, Baltimore Katolik Okulu‘nun rahibelerinden Cathy Cesnik, 60’ların sonlarına doğru faili meçhul bir cinayete kurban gidiyor. Cesnik’in davası, somut delil yetersizliğinden aydınlatılamasa da eski öğrencileri Facebook grupları kurarak olaya el atıyorlar. Jane Doe, Jane Roe isimleriyle tanıklık eden insanların anlattıkları, din paravanı altına sığınanların maskelerini düşürmeye yardımcı oluyor.
John Grisham‘ın aynı isimli kitabından uyarlanan belgesel dizisi, tamamen gerçek olaylara dayanıyor. 80’li yıllarda Ada kasabasında işlenen iki cinayetin sorumlusu olarak gösterilen dört masum adamın yıllar süren mahkûmiyetleri, belgeseli izlerken onlarla özdeşleşmenizi sağlıyor. Onlar adına üzülüyor, onların yaşadığı haksızlığı anlamaya/algılamaya çalışıyorsunuz. The Innocent Man‘in beni etkileyen asıl kısmı, yoksul ve eğitimsiz oldukları için adeta kurban edilen sözde mahkûmların, kendi haklarını korumak için canla başla mücadele etmeleriydi.
Dört duvar arasında, saatlerce, hatta günlerce süren polis sorgularından kurtulmak için işlemediğiniz bir suçu üzerinize alabilir misiniz? Psikolojiniz, ne kadar dayanıklıdır? Sınırlarınız, sizi nereye kadar götürür? Kafayı allak bullak edecek kadar gerçek, nitekim gerçek olmasını istemeyeceğiniz yapımlardan… Haklı-haksız, suçlu-suçsuz kavramları birbirine giriyor, kime inanacağınızı şaşırıyorsunuz. The Confession Tapes’i kurgusu, etkileyiciliği, hikaye anlatımı ve biçemiyle Netflix‘in en iyi belgeseli olarak görüyorum.
82ekran için yazan: Ceren Zeytin