82ekran için yazan: Özlem Yenilmez
Hiç Ortaçağ bağnazlığından kurtulmamış olabilir miyiz? Rönesans ve reform bir işe yaramamıştır belki de? İnsanlık hiçbir şey öğrenmemişçesine her nesilde başa sarmaya bu kadar meyilliyken, insanlıkta ilerleme mümkün mü? İnsanlık en ufak bir olayda birbirine kenetlenmeye değil, parçalanmaya bu kadar hazır durumdayken, gerçekleşebilecek bir kaos öngörülebilir mi? The Leftovers, akıllarda sorular bırakarak başlayıp, sorularla devam ettirip, sorularla da sona eriyor. Çünkü “Cevaplar değil, sorular önemlidir.” diyor felsefenin temeli. Tam şu anda yazıyı okumaya başlarken tek ricam, Max Richter‘ın The Leftovers soundtracklerini açmanız ve okumaya devam etmenizdir.
The Leftovers‘ın konu edindiği zaman diliminden birkaç yıl önce, 14 Ekim’de bir anda insanlığın yüzde ikisi dünya üzerinden “Puff!” olur. Nereye gittikleri, onları kimin götürdüğü, neden o insanların götürüldüğü, neden o tarihte götürüldükleri kesinlikle bilinmiyordur. Konu çok tanıdık değil mi? The 4400 ve Les Revenants (The Returned) gibi birçok aynı konudaki diziyi gördük ekranlarımızda. Ama bana göre hiçbiri The Leftovers kadar anlamlı, büyüleyici veya farklı değildi.
Hikayemiz, insanlığın yüzde ikisinin bir anda yok olmasından birkaç yıl sonrasında yapılan anma töreninde başlar. Orada anlarız ki “Puff” olma meselesi o kadar da basit değildir. Çünkü önemli olan kısım gidenler değil, kalanlardır. Kalanlar kendilerini bir bilinmezliğin içerisinde bulmuştur ve kendilerini bu bilinmezliğe hapsetmiştir. İnsanlık adeta üç parçaya ayrılmıştır. İlk parça neye uğradığını anlayamayan, yalnızca yok olan yakınlarının ardından ağlamaktan başka çareleri olmayan insanlardır. İkinci parça, peder Matt Jamison (Christopher Eccleston) önderliğinde büyüyen bir gruptur. Matt, ayrılanların Tanrı tarafından alındığını düşünüyordur ve ayrılan herkesin kötü birer insan olduğunu kanıtlama peşindedir. Bu durumda dinin, henüz yeni doğmuş bir bebeğin günahkar olduğunu iddia edecek kadar çığrından çıkmış durumda olduğu kanıtlanır. Ama Matt, bunun tam tersi bir saflıktadır. İyiliğin dünyayı kurtaracığını zanneder; ama her seferinde kendine zarar verir. Sırada üçüncü parça: Guilty Remnants. Bir tarikat; insanlığın nefret odağı; kinlerini kustukları beyaz giyimli insanlar; hatırlatıcılar. Onlara göre ayrılanların, ayrılma nedenleri önemli değil; nereye gittikleri önemli değil; onları kimin götürdüğü de önemli değil. “Nefesinizi boşa harcamayın!”, çünkü asla çözülemeyecek bir bilinmezliğin içerisindedirler. Aile diye bir şey yok; olmamalı. Ne zaman ayrılacağını bilmediğin birine bağlanmanın bir anlamı da yoktur. Bu bir çeşit zihinsel ve duygusal korunma kalkanı olarak düşünülebilir. Bireysel, zihinsel ve duygusal gelişimlerini tamamlayamamış kesimlerde ailenin, yarardan çok zarar getirdiğini hepimiz biliyoruz. Ama Guilty Remnant‘ın düşüncesi bundan daha farklı. Guilty Remnant gerçekten de nefesini harcamıyor. Konuşmuyor, kimseyle bağ kurmuyor, üyesi olan herkes ölüme hazır: Hatırlanmaya ve hatırlatmaya hazır. Beyaz giyerler, çünkü kendilerini diğerlerinden ayırmak isterler; hep iki kişi olarak gezerler, çünkü Tanrı’nın gözlerinin hep üzerinde olduğunu ve yanlış yapmamaları gerektiğini hatırlamaları gerekir; sürekli sigara içerler, çünkü sigara içmenin kaderlerindeki ölümden daha önce ölüm getireceğine inanmazlar ve sigara bunun kanıtıdır; ama tüm bu Tanrı inancına rağmen dünya üzerindeki bilinen bir dine mensup değillerdir.
Bir Guilty Remnant üyesi olabilmek için tüm yaşamdan vazgeçmek gerekir. Bir sevgilinin, bir sevdiğinin, anne ya da babanın, bir işinin, bir kıyafetinin olmaması gereklidir. Neredeyse tasavvufçu olduklarını düşünebileceğimiz bu tarikat, Tanrı’dan başka kimseye bağlı değildir.
Hikayenin ikinci kısmına geçersek The Leftovers, olayları New York’un bir kasabası olan Mappleton’da polis memuru Kevin Garvey’nin (Justin Theroux) gözünden anlatıyor. Ne kadar da klişe değil mi? Yine bir Amerikan dizisi ve bir polis hikayesi… Hayır değil. Aslına bakarsanız, Kevin bir peygamber bile olabilir. Gerçekten de yeni bir “Tanrı’nın elçisi” gelmiş olabilir mi dünyaya? Farkında bile olmadığımız, dalga geçip umursamadığımız mucizeler olabilir mi günümüzde de? Aslında din ile ilgili olduğunu düşündüğümüz şeyler, düşündüğümüz gibi olmayabilir mi? Eski çağlarda yaşanan mucizelerin neden şimdilerde olmadığı konusunda bir fikri olan var mıdır? İnsanlığın ruhu mu ölmüştür; yoksa insanlığı ruhu hep ölüdür de her şeyi biz mi uydururuz? Aslında Kevin, Tanrı’nın elçisi değildir, The Leftovers‘ın elçisidir. Dizinin bize gerçekleri sunmak için ihtiyacı olan mucizevi olayları karşılamak için Kevin’a ihtiyacı vardır.
The Leftovers dindarlar, nihilistler ya da ateistler arasında taraf tutmuyor. Bir taraf, bilinemez olan her şeyin yerine Tanrı’yı yerleştirerek olayları çözdüğünü zannediyor; diğer taraf, var olan her şeyin anlamsızlığından söz ediyor; sonuncu taraf olan Kevin’ın eski eşi Laura (Amy Brenneman), yalnızca bilime inanıyor, ama onun da güvenilirliği aynı şekilde şüpheli. Kevin ise kendi anlamını kendi yaratıp herkesin kendinden emin olduğu masallara kulaklarını tıkamayı tercih ediyor. Belki o seçilmiş kişidir, belki değildir; belki dünyayı kurtacaktır, belki de durmadan ölüp dirilmesinin hiçbir anlamı yoktur. The Leftovers’tan çıkarabileceğimiz en büyük anlam: Her şeyin anlamının olmasına gerek yoktur. Bilmediğimiz şeyleri biliyormuş gibi davranmamıza da gerek yoktur. Umut diye bir şey olmamalıdır, çünkü umut yaşamanızı engeller. Yalnızca olanlar olmuştur ve yaşam garip bir şekilde devam ediyordur.
Dinlerin ortaya çıkışından bu yana insanların inançları yıkılmaz veya sarsılmaz gibi görünse de insanın düşünme yetisi var olduğu sürece inançları da yıkılmak zorundadır. The Leftovers’ın ikinci sezonunda Miracle (Mucize) isimli bir kasabaya adım atarız. Bu kasaba, adeta yıkılışın ve sarsılışın imzası şeklindedir. 14 Ekim’de, bu kasabadan kimse Sudden Departure‘a dahil olmamıştır. Ayrılışın bir daha gerçekleşip gerçekleşmeyeceği asla bilinmemektir. Bilim insanlarına da din adamlarına da güvenilmemektedir. Çünkü herkes biliyordur ki bilinmezliğin içindedirler. Bu durumda kendilerini güvence altına almak için Miracle‘a yönelirler. Ama içeriye kimse alınmıyordur. Ne yani Miracle kurtarılmış bölge midir; yoksa içerisinde yaşayan hiç kötü insan olmadığı için Tanrı onları es mi geçmiştir? Nora (Carrie Coon) ve Kevin’ın sığındıkları kasabaya taşınmalarının ilk günü komşularının genç kızı Evangeline Murphy ve arkadaşları “Puff” diye ortadan kaybolmuştur. Suçlu kimdir? Biri olmak zorundadır; çünkü Evangeline “Ayrılanlar”dan biriyse inandıkları her şey yıkılacaktır. Yoksa suçlu Nora mıdır? İki çocuğu ve eşini 14 Ekim’de kaybeden Nora’nın dokunduğu herkes yok mu oluyordur? Yoksa suçlu Kevin mıdır? Mutlaka bir nedeni olmalıdır. Dışarıdan gelenler mucizeyi bozmuş olmalıdır mutlaka! Çünkü, “Miracle’da mucize yoktur”. 14 Ekim bir mucizedir ve Miracle’da bunlara yer yoktur.
Tekrar ediyorum, bu dizi gidenler hakkında değildir; kalanların mahvoluşuyla ilgilidir. Hiçbir şeyin gerçekliği hakkında emin olmayız, çünkü dizi bize söylediği şeylerin kanıtlarını sunmaz, göstermez. Yalnızca bize bir şeyler söyler ve hangisi bizi ikna ediyorsa onu gerçeklik olarak kabul etmemizi bekler. Benim dizi hakkındaki gerçekliğim Nora’dır. Nora’nın yaşadıklarıdır. Nora’nın paralel evren gerçekliğidir.
Nora ile Kevin’ın yıllar sonra aynı masaya oturup muhteşem bir diyalog sundukları sahne, benim için dizinin zirvesidir. The Leftovers’ı sevme nedenimdir. Daha önce de paralel evren dizileri izledik, ancak böylesine hiçbir şeyi göstermeden ikna eden bir dizi gördüğümüzü hiç sanmıyorum.
Nora, yıllar önce Nuh tufanı olacağını sandıkları bir 14 Ekim günü, çocuklarını görmek üzere gerçek olup olmadığını kesinlikle bilmediği bir evrene doğru yola çıkar. Bunun anlamı, Nora için ölmenin ve bu evrende yaşamanın arasında bir fark olmadığıdır. Bu durumda gitmeyi denememesi için de bir sebep bulunmamaktadır. Gittiğini görmeyiz. Döndüğünü görmeyiz. Yalnızca yıllar sonra Nora&Kevin buluşma sahnesinde nelerin olup bittiğini dinleriz.
14 Ekim’de yaşadığımız evren ikiye bölünmüştür. Gördüğümüz evrendekiler, dünya nüfusunun yüzde ikisini kaybetmişken göremediğimiz evrendekiler yüzde doksan sekizini kaybetmiştir. Her şeyleri gitmiştir. Oraya gidenlerin iyi ya da kötü olması, inançlı ya da inançsız olması önemli değildir. Kimse onları oraya vicdani bir tartıya koyarak göndermemiştir. Yalnızca fiziksel bir olay olmuştur. Belki Nora’nın anlattıkları gerçektir, belki de değildir. Önemli olan geriye kalanlar ve mahvoluşlarıdır; geriye kalanların Ortaçağ düşüncelerini savunur hale gelmesidir; yakınlarının verdiği acıların onları olgunlaştırmasındansa, yok olmasını isteyecek hale, yani Guilty Remnant‘ın istediği gibi kendi kendini imha edebilecek hale gelmesidir.
The Leftovers, ekranlara veda etmesiyle son derece üzen ama devam etmemesiyle de sevindiren bir dizi. Sırf devam etmek uğruna sürdürülen dizilerin geldiği seviyesizliği gördüğümüz zaman, The Leftovers’ı tekrar tekrar izleme fikri kulağa, devam etmesinden daha güzel gelmektedir. Kalbinize ve zihninize dokunacak olan bu hikayeyi önyargısız bir şekilde izlemeniz ise tavsiye olunur.