82ekran için yazan: Polat Öziş
Dur durak bilmeyen bir maceraya ortak olmak ve 80’lerin ortasında yükselen glam metal çılgınlığına tanıklık etmek ister misiniz? Tarihin en nevi şahsına münhasır gruplarından olan ve bir döneme damgasını vuran Mötley Crüe’yi merkezine alan The Dirt (2019) sex, drugs and rock’n roll kutsal üçlüsünün vücut bulmuş hali olarak karşımıza geliyor.
Malum, 2018 yılı Queen gibi bir efsanenin beyaz perdede kendine yer bulduğu bir yılı temsil ediyor. Her ne kadar Bohemian Rhapsody, Freddie Mercury’yi sevenleriyle buluşturması hasebiyle dikkat çekse de filmin gerçeklik ile olan bağının zayıf olması birçok eleştiriyi de beraberinde getirdi. Bu da ister istemez biyografik anlatıların temelinin sorgulanmasına yol açtı. Gelgelim 2019’a. Mötley Crüe’nin enteresan ve uçarı hayatını merkezine alan The Dirt’in en büyük artısı, şüphesiz Bohemian Rhapsody’nin düştüğü hataya düşmemesi ve grubun yaşadığı süreci gerçeklikten kopmadan yansıtmayı başarabilmesi. Anbean belgesel normlarından yararlanması hem anlatının gerçek ile olan bağını kuvvetlendiriyor hem de izleyicinin filme karşı bir bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Hal böyle olunca da karşımızdaki hikâyeye güvenmek ve bu uçarı anlatının tadına varmak da mümkün hale geliyor.
Tabii, eğri oturup doğru konuşalım. Karşımızdaki grup, gerçek olamayacak kadar hiperaktif ve en basit tabirle yaramaz! Onların bir araya geldikten sonra yaşadıkları ve rock’n roll’u damarlarında hissetmeleri, filmin en büyük cazibe merkezini oluşturuyor. Düşünsenize, başından sonuna dek bir an olsun yerinde durmayan, alkol, seks ve uyuşturucu üçgeni arasında gidip gelen dört aykırı karakterden bahsediyoruz! Eh işin içine glam metalin çığlıklarla dolu aurasını da kattığımızda, karşımızdaki yapımın sert ama bir o kadar da eğlenceli anlatısı içinde kaybolmak da kaçınılmaz bir süreç halini alıyor.
Malum, 80’ler metal müziğin zirve yaptığı yıllar. O dönemden çıkagelen spesifik gruplardan olan Mötley Crüe, bu sert müzik ile haşır neşir olanların çok yakından tanıdığı bir oluşum. Eh hal böyle olunca, Vince Neil’ın benzersiz sesi eşliğinde bir zamanlar headbang yapanların filmi başka gözle izleyeceği de aşikâr. Ancak bu demek değil ki, Mötley Crüe efsanesini tanımayanlar filmden zevk alamayacak. Asla! Keza The Dirt’in farkı da tam olarak buradan filizleniyor. Evet, karşımızdaki film en başta bir müzik filmi ama hepsinden de öte doğru tasarlanmış bir biyografi anlatısı. Mötley Crüe’nin bir araya gelme ve yükseliş dönemi filmde öylesine boşluğa mahal vermeyecek şekilde işleniyor ki, dört kafadarın macerasının dişe dokunur olması da kaçınılmaz oluyor. Bu da takdire şayan bir senaryonun soru işaretlerini rafa kaldırmasına ve anlatının her bir anıyla içimize işlemesine olanak tanıyor.
Her ne kadar The Dirt için gerçeklik ile olan bağını anbean diri tuttuğunu söylemek mümkün olsa da, hikâyenin absürt anlatımına da hak ettiği değeri teslim etmek gerekir. Keza bugün film hakkında övgü dolu sözcükler sıralayabilmek mümkünse, bundaki ana etmen anlatının dur durak bilmeyen eğlencesi sayesindedir. Hadi itiraf edelim, Mötley Crüe rock’n roll’un karanlık dehlizlerinde kayboldukça, ekran başına geçen bizlerin de bu uçarı anlatından keyif alma oranı da aynı ölçüde artıyor. Tam da bu yüzden The Dirt’e, glam metalin çılgınlıklar etrafına kurulu uçarı anlatısı demek en doğrusu olacaktır.
Tabii The Dirt için salt bir eğlence yorumunu getirmek, hayatın tam içinden çıkagelen bu anlatıya feci halde haksızlık olacaktır. Evet, filmi öne çıkaran asıl bileşen Mötley Crüe’nin aykırılığı. Ancak bu demek değil ki, onların dünyasında acıya yer yok… Doğrusunu söylemek gerekirse, metal müzik o sertliğin altında gizlenmiş tonlarca hayat tecrübesi, yaşanmış onlarca hayal kırıklığı barındırır. Aynı Mötley Crüe grup üyelerinde olduğu gibi. Esasen onlar hayatın acı tarafıyla genç yaşta yüzleşmiş bireyler. Her ne kadar müziğin büyüleyici pelerini altına saklanmaya çalışsalar da içlerindeki o çocuğu gizlemek her zaman sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Nikki’nin babası tarafından yüz üstü bırakılması, Tommy’nin yalnızlığı, Vince’nin hayatın sillesini yemiş, yemeye devam eden haleti ruhiyesi ve Nick’in sağlık sorunları… O rengârenk kıyafetlerin altına gizlenmiş karanlığı The Dirt, özellikle ikinci yarısı itibariyle öylesine realist bir şablonla resmediyor ki, fütursuz bir eğlence vadeden bu hikayenin kahramanlarına karşı hüzünlenmek de kaçınılmaz oluyor. Ancak bu noktada yönetmen Jeff Tremaine’nin hakkını teslim etmek gerekir. Nitekim filmin eğlenceden drama doğru evrilen yapısındaki ton değişikliği öylesine estetik bir şekilde karşımıza geliyor ki, bir an olsun hikâyeden kopmuyor aksine anlatının cazibesine daha çok kendimizi bırakmak mümkün hale geliyor. Eh farklı temalar etrafında böylesine ustalıkla gezinen bir iş için de sıkı bir yönetmenlik içerdiğini söylemek elzem olacaktır.
Filme övgü sözcüklerini sıraladıktan sonra gelelim negatif yönlerine. Doğrusunu söylemek gerekirse The Dirt’ün oyunculukları birkaç istisna an dışında olumlu söylemi hak etmiyor. Özellikle absürt anların ardından çıkagelen dram sekanslarında oyunculukların tel tel dökülmesi, filmin eleştiriye açık en önemli tarafı. Tabii böylesine uçarı karakterleri bünyesinde barındıran bir filmin, daha dinamik bir kurguyu hak ettiği de aşikar. Her ne kadar Jeff Tremaine’in anlatısı ziyadesiyle doyurucu olsa da kurgudaki yavanlık, anlatının sürükleyiciliğini baltalayan yegâne etmen.
Glam metalin efsanevi grubu Mötley Crüe’yi merkezine alan ve grup üyelerinin çılgın yaşantısını izleyicisine aktaran The Dirt, eksikleri olan buna rağmen realist yapısı ve anbean yükselen absürtlüğü sayesinde zevkle izlenen etkileyici bir müzik filmi. Özellikle, Bohemian Rhapsody ve Müslüm gibi her bir saniyesinden yapaylık akan iki müzik temalı filmi izlediğimiz son dönemde, vurucu yapısı ve gerçeklik ile olan bağını koruması hasebiyle The Dirt, rahatlıkla muadillerinin önüne konulabilecek bir iş olarak öne çıkıyor. Mötley Crüe’yi tanıyın ya da tanımayın; sevin ya da sevmeyin ancak The Dirt’ün eksantrik atmosferinden keyif almanız kaçınılmaz!