yukari cik
X

Orta Çağ Felsefesi ve The Name Of The Rose (1986)

Orta Çağ Felsefesi ve The Name Of The Rose (1986)

İlk Yunan düşünürler Tanrıların nasıl ortaya çıktığını düşünüyorlardı (teogoni). Tanrı kültleri oldukça zayıftı. Doğa olaylarını Tanrılar ile eşleştiriyorlardı. Thales ile başlayan dönemde artık evrenin nasıl oluştuğu üzerine düşünülmeye başlandı (kozmogoni) ve hatta yer yer alışılmış Yunan tanrılarına ait fikirler reddedildi. Aristoteles’in bizzat kendisi Thales ve benzerlerini ilk fizikçiler olarak adlandıracaklardı. Çünkü Teogoniler yerini Kozmogonilere bırakıyor ve bu dönemde yepyeni bir sorun ortaya çıkmış oluyor: En eski ve en yüksek tabii etkinin, prensibin ne olduğu problemi. Yani töz problemi, varlığı varlık yapan şeyin ne olduğu problemi, bir ifade ile varlığın nasıl oluştuğu, dolayısıyla evrenin nasıl oluştuğu. Bu oluş problemi üzerine düşünülürken üç ayrı ekol oluştu. Bu ekoller oluşu açıklayacak, inkâr edecek ya da Tanrılaştıracaktır. Sokrates’e kadar gelen felsefe tarihinin en kısa bir özetidir bu. Sokrates sonrasında gelecek filozoflar ise artık daha detaylı ve daha sistemli felsefeler, kuramlar ortaya atacaklardır. Örneğin Aristoteles ahlak, siyaset, hayvan, bitki, evren, bilgi, meteoroloji, retorik, mantık gibi pek çok farklı alanda çalışmalar yapıp, eserler bırakmıştır. Hatta Aristoteles döneminin ansiklopedisi durumundadır. Aristoteles sonrasını bir duraklama dönemi olarak nitelendirebiliriz. Çöküş ise İsa’nın dininin yayılması ile başlayacaktır.

Hıristiyanlığın doğuşundan elli, yüz sene sonralarında ise bir kargaşa ortamı oluşmaya başlamıştır. Pagan dini ile İsa’nın takipçileri ve hatta Yahudiler deyim yerindeyse birbirine girmiştir. Bu birbirine girme hali düşünce savaşı olarak da kendini göstermiştir. Dönemin karmaşasını Agora filmi de oldukça iyi anlatıyordur diyebilirim. Paganlar Hıristiyan dogması karşısında alışık olmadıkları bir tartışmanın içine çekiliyorlardı. Zira Hıristiyan için hakikat bellidir; o vahyin emrettiğidir. Tüm bunlar dışında hiçbir şeyi tartışma konusu kabul etmeyecektir. Bu karmaşa içinde zaten son nefeslerini veren Yunan görkemi sonuna yaklaşıyor ve yeni bir dönemin açılışı olacak Kilise dogması onun yerine yerleşiyordu. Katolik kilisesi kuzey kabilelerinin dağıttığı Roma’nın da varisi olmaktan çekinmiyordu. Zira gelen akıncı Paganlar aynı zamanda Romalılar da Hıristiyanlaşıyordu. Neticede Roma’dan arda tek bir güç kalıyor; her kesimin birleştirici unsuru Katolik Kilisesi. Hıristiyan düşüncesi henüz bebeklik dönemindeyken Yunan düşüncesi ile etkileşime girmişti, felsefe ile tanışmıştı. Felsefe ile arasına mesafe koymasına karşın kendini savunmak için felsefe yapmaya başlamıştır (apolojistler). Bu vesile ile inancı akla uygun hale getirmeye çalışmışlardır. Yapılan eleştirilere cevaplar üretilmeye çalışılmıştır. Roma’nın sadece gücünü değil düşüncesinin de varisi olan Kilise o dönemde ki tüm düşünce işlerini kendi bağrında toplamıştır. Manastırlar felsefe (felsefe dediğim zaman aynı zamanda tüm bilimleri de kastediyorum o dönemde ayrım yoktur) yapmak için paha biçilmez yerler haline gelmiş oldu doğal olarak. Ve kendi okullarını birer birer kurdular. Bu dönemde Skolastik (etimolojik olarak okul kökenli, school/schola) olarak adlandırılan dönemin başlangıcıdır. Skolastik düşüncenin gelişini her zaman kötü bir vaka olarak ele almamak gerekir. Kendisi süreç içinde niteliksiz kalsa bile pek çok parlak zihin yetiştirmiştir. Bu dönemde Scotus Erieugena, Anselmus, Abelardus, Thomas Aquinas ve niceleri yetişmiştir. Ancak genel olarak skolastik dönem verimsiz ve basiretsiz tartışmaların yeri olmuştur. Örneğin, bir fahişenin kutsal ruh aracılığı ile yeniden bakire olup olamayacağı, bir fareye ekmek yedirilirse İsa’nın etini yemiş olur mu gibi tartışmalar yapılmıştır. Zamanla bu kısır döngü içinde Yunan ve Roma düşüncesi unutulmaya yüz tuttu ve hatta ondan korkuldu. Yunan düşüncesi bu sırada Müslümanlar arasında tutunuyordu ve Doğu dönemin yükselen felsefe mekânı oluyordu. Öyle ki Müslümanlar Aristoteles’i ilk öğretmen olarak adlandırmışlardır. Süryaniler ve başka aracılıklarla Antik dönemin eserleri Arapçaya çevrilmiştir, muhafaza edilmiştir. Son olarak, özgür düşüncenin üzerinde sürekli olan bir engizisyon gölgesi bulunduğunu ifade etmek gerekir.

İşte The Name Of The Rose tam da skolastik dogma ile yeşermekte olan Reform, Rönesans arasında ki bir çatışmadır dersek abartmış olmayız. Zira William of Baskerville aklı ve mantığı simgeliyorken, kilisenin kendisi ise dogmayı, basiretsizliği, sansürü ve akli kısırlığı temsil ediyor. Jorge ve William arasında geçen bazı diyaloglar ise bunu apaçık göz önüne seriyor. Kilise içinden muazzam adamlar yetişebilecek bir yerdi, William gibi, fakat kendisi bir sansür aracı olmaktan öteye geçemiyordu. Filmde anlatılan olayların yaşandığı tarih 1327 yılı. Yani skolastik düşünce döneminin son zamanlarını yaşadığı tarihler. Başrahip Jorge’nin yaşlılığı dönemi simgeler vaziyettedir diyebilirim. Kitabını okumamış olsam da muhakkak ki yazarı bu dönemi oldukça iyi bir şekilde yansıtmış olmalı. Aksi takdirde filmin kendisi 1300’ler de geçen basit bir cinayet hikâyesi olurdu. Filmin bu vesile ile tahminimce kitabın amacı bir cinayet hikâyesi anlatmaktan çok dönemin halini sergilemek. Yani demek istediğim tüm olay örgüsü dönemin kendisini anlatmak için kurulmuş. Tüm cinayetlerin motivasyonu, cesetlerin bulunuşunda ki tepkiler, engizisyonun boy göstermesi. Ayrıca manastırın kendisinin bir düşünce yuvası olduğu ifade ediliyor ancak düşünce araçları yasaklanmış vaziyette. Bu ise Yunan düşüncesinin unutuluşunu ve Yunan düşüncesinden korkulmasını simgeliyor.

Peki neden Yunan düşüncesinden korkuluyor? Felsefe hakikatin peşinden gitmektir. Şimdi, o dönemde inançlı bir Hristiyan için, hele hele manastırda bulunan bir din adamı için hakikat zaten bellidir; inanç ve kutsal vahiy. O halde başka bir hakikat arayışına gerek yoktur. Ayrıca bir arayış kuşku ve inanç zayıflamasından başka bir şey getirmez. O asrın zihniyeti bu şekildeydi. Bundan dolayı felsefe gelişemedi, bilinenler unutuldu. Sonuç ise gülümsemenin dahi şeytanca bir davranış olduğuna inanılan ve buna benzer pek çok hurafe yığını. Yer yer o dönemde kadın hakkında nasıl düşünüldüğüne de yer verilmiş. Kadın şeytanın ta kendisi olarak düşünülüyor. O dönemler de kadının bir ruhu olup olmadığı bile sorgulanmıştır. Bunun sebeplerini anlatmak ise bir başka yazının konusu olabilecek vaziyette gibi gözüküyor.

82ekran için yazan: Hasan Keşke