yukari cik
X

Ölümsüz Bir İstanbul Hikâyesi: The Protector

Ölümsüz Bir İstanbul Hikâyesi: The Protector

Uzun süredir yolu gözlenen, nasıl bir şablonla karşımıza geleceği merak konusu olan yerli Netflix dizisi The Protector ya da Türkçe adıyla anmak gerekirse Hakan: Muhafız nihayet izleyicisi ile buluştu. Çağatay Ulusoy, Hazar Ergüçlü, Yurdaer Okur, Okan Yalabık gibi isimlerin başrolleri paylaştığı dizi, birtakım problemlere sahip olsa da seyir zevki oldukça yüksek bir anlatıyı huzurlarımıza getiriyor. Kendi adıma konuşmak gerekirse, uzun süredir tüm sezonu tekte tükettiğim, 10 bölüm üst üste izlediğim bir dizi olmamıştı. Esasen bu bile, diziyi fazlasıyla izlenebilir olarak nitelendirmem için yeterli bir sebep!

The Protector, bağını tarihten alan ve günümüze değin uzanan fantastik bir hikâyeye sahip. Kendi dünyasını başarıyla yaratan diziyi çekici kılan kısmı ise hiç kuşku yok ki atmosferi. Özellikle İstanbul için alışık olmadığımız bir anlatıyı huzurlarımıza getirmesi hasebiyle ilgi çekiciliğini doruk noktasına çıkaran The Protector, Gökhan Tiryaki imzalı sinematografisi ile de seyir zevkini oldukça yukarılara taşıyor. Bu da dizinin ilk dakikasından son dakikasına kadar, izleyicisini büyüsüne hapsetmesine olanak tanıyor.

Gelelim hikâyeye. Evet, karşımızda daha önce kendi dilimizde tanıklık etmediğimiz oldukça özel bir senaryo var. Süper kahraman soslu bir savaşçı, ölümsüz bir kötülük lordu ve yüzyıllardır varlığını sürdüren gizli bir yapılanma… Buraya kadar her şey enteresan ve çekici. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, dizinin elindeki malzemeyi basite indirgeyerek açıklama tercihi, fazlasıyla tekrara düşmesine neden oluyor. Muhafız’ın İstanbul için oldukça değerli, tüm şehri kurtaracak tek savaşçı olduğunun defaatle vurgulaması bir noktadan sonra kulak tırmalayıcı bir hal alıyor. Bu da ister istemez diyalogların yavanlaşmasına sebebiyet veriyor. Keza dizinin sinemada defalarca kez işlenmiş “kendi halinde yaşayan alelade birinin gezegeni kurtaracak tek insan” olması mottosuna sırtını dayaması da farklı gibi görünen bu hikâyeyi sıradanlaştırıyor. Evet, Hakan: Muhafız bizden biri, kendi deyimiyle “Kapalıçarşı çocuğu” olsa da, esasen onun öykündüğü Luke Skywalker’dan, Harry Potter’dan hatta Neo’dan hiçbir farkı yok. O da diğerleri gibi, elindeki gücün farkında olmadan, ateşten gömleği giyeceğinden habersiz, başıboş bir hayat sürmüş süper kahraman!

Bu noktada diziyi muadillerinden ayıran en önemli husus, şüphesiz ki İstanbul… Şehrin tarih kokan dokusunu tek kelimeyle muazzam bir şekilde anlatıya entegre eden ve böylelikle bizden bir iş olmayı başaran The Protector, adeta şehri bir başrol hüviyetine yerleştirerek takdiri ziyadesiyle hak ediyor. Eğri oturup doğru konuşalım. Bir şehri arka fon olarak kullanmak başka, hikâyeye kanlı canlı monte etmek başka… Keza dizi, birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış İstanbul’u en az Hakan kadar kilit bir noktaya yükselterek gri atmosferini de özgün bir şekilde desteklemeyi başarıyor.

Diziyi seyre değer kılan detayların başında ise temposu geliyor. Gereksiz ayrıntıların kapı dışarı edildiği ve makul süresi ile akıcı bir şekilde arz-ı endam eden The Protector’un en büyük yardımcısı kurgusu. Özellikle dinamizmini top noktaya çıkarmada fazlasıyla işlevsel olan ve övgü sözcüklerini hak eden kurgu, ekran başına geçen herkesin nefes dahi almadan anlatıyı takip etmesine olanak sağlıyor. Bu da birtakım eksileri görmezden gelmemize vesile olan ve anlatının akışına kendimizi bırakmamıza fırsat tanıyan yegâne husus olarak beliriyor.

Diziyi farklı kılan özelliklere de parantez açalım. En başta sanat yönetiminin hakkını teslim etmek gerekir. Yaratılan gri atmosfere uygun şekilde seçilen kostüm ve mekânlar, izleyicinin bu sıra dışı dünyaya adapte olmasını kolaylaştırıyor. Keza yenilikçi müzik tercihleri de hem kulakların pasını siliyor hem de The Protector’un vizyon sahibi yönünü açık bir şekilde ortaya koyuyor. Sedef Sebüktekin, Hey Douglas, Büyük Ev Ablukada gibi yükselişteki alternatif Türk müziğine biçtiği paye ile hikâyenin çekici yapısının perçinlendiğini de söylemek mümkün.

Gelelim oyunculuklara. Evet, açık bir şekilde itiraf etmek gerekir. Çağatay Ulusoy diziyi sırtlayan ve beklentinin de üzerine çıkan bir performansla karşımıza geliyor. Dizinin dinamik yapısına harikulade bir şekilde hizmet eden ve karakterin zaman içerisindeki dönüşümünü başarıyla aktaran oyuncu, akıllardaki soru işaretini gideriyor ve dizi için yapılmış en doğru tercih olduğunu dosta düşmana kanıtlıyor. Esasen üzerine bir gömlek büyük gelen karaktere, hayat verme konusunda problemler yaşayan Ayça Ayşin Turan dışında, herkesin üzerine düşen görevi ziyadesiyle yerine getirdiğini söylemek mümkün. Tabii diyalogların izin verdiği müddetçe!

Oyunculuk anlamında ise ayrı olarak değinilmesi gereken iki isim var. İlki, Tekin karakterine hayat veren Mehmet Yılmaz Ak. Adeta Ercan Kesal’in gençleşmiş hali olarak arz-ı endam eden ve ağzından çıkan her kelimeyi değerli bir hale getiren oyuncu, yer aldığı kısa süreye rağmen iz bırakmayı başarıyor ve dizide alkışı en fazla hak edenlerinden olarak öne çıkıyor. Bir diğer değerli performansın altına ise Ceylan karakterine hayat veren genç oyuncu Helin Kandemir imza atıyor. Kısa ama öz bir şekilde dizide yer alan oyuncu, beraber oynadığı herkesten rol çalıyor ve hem güldürüp hem de dizinin dinamizmine pozitif katkı sağlamayı başarıyor.

***SPOILER ALERT***

Dizinin pozitif yanlarına geniş yer ayırdıktan sonra, gelelim eksilere. Bir atmosfer dizisi yaratmanın, sıfırdan bir dünya inşa etmenin en zor yanı, mantık çerçevesine oturtmaktır. Aslında bu icra edilmesi oldukça zor bir sanattır. Doğru yapıldı mı büyük keyif verir. Ancak noksan bir şekilde yapıldı mı da fazlasıyla göze batar. The Protector’un en büyük eksiği ise, karakterleri ve hikâyeyi eksik temellendirmesinde yatıyor. Hali hazırda dahi, kültürel olarak pek tanıdık olmadığımız bir ölümsüzlük hikâyesini İstanbul’a monte etmek epey zorken, göz ardı ettiği detaylar zaman zaman dizinin inandırıcılığını zedeliyor. Özelikle yüz yıllardır aynı bedende, aynı yüz şekliyle hayatta olduğu söylenen “Ölümsüz”ün gazete ve kameralara boy boy görüntü verdiği bir zaman diliminde kimliğini nasıl sakladığı, büyük bir soru işareti. Keza “Ölümsüz”ün Muhafız’ın kanına sahip olma isteği de hikâyenin bütününe baktığımızda doğru temellendirilemiyor. Eğer ki konu, bir muhafızın kanısıyla o zaman Hakan’ın öldürülen babası Murat’ın kanı neden zamanında kullanılmadı? Bunun için illa 25 sene beklemek mi gerekiyordu?

Mantık çerçevesine oturtulamayan ve yer yer boşluğa müsaade eden senaryosu, The Protector’un en büyük zaafı. Tabii senaryonun işleyişinin de kimi zaman aksadığını söylemek mümkün. Özellikle doğru çalışmayan “ters köşe” mantığı ile yaratılmaya çalışan gizemin fazlasıyla havada kaldığı aşikâr. Hadi itiraf edelim. Daha cast seçiminden karakterlerin halet-i ruhiyesine kadar “Ölümsüz”ün kim olduğunu hikâyeye vakıf olduğumuz ilk andan itibaren biliyorduk. Ee hal böyle olunca da dizinin atardamarı olan merak unsurunun zedelendiğini görebiliyoruz. Böylesine fantastik bir dünya tasarlanıyor ve izleyici ile sıkı bir bağ kurulmak isteniyorsa, merak öğesinin en diri değişken olması gerekir. Ancak yanlış tercihlerle tüm sürpriz gün yüzüne çıkıyorsa, orada yanlış işleyen bir şeyler var demektir; bunu da kabul etmeli…

İlk yerli Netflix dizisi The Protector, günahıyla sevabıyla izleyicisi ile buluştu. Kendi içerisinde eksileri olan, buna rağmen seyir zevkinden ödün vermeyen dizi, özellikle yarattığı gri atmosfer ve İstanbul’u başrol hüviyetine yerleştirmesi ile daha uzun sürede adından söz ettirecektir. İlk sezonda süregelen mantık hatalarını, ikinci sezonda aklıselim bir şekilde açıklamaları ve yine ilk sezonda sınıfta kalan diyaloglar ile efektlerin toparlanması durumunda, bambaşka bir ikinci sezon izleyeceğimiz aşikâr. Son kerteye gelirken söylemekte yarar var: Öyle ya da böyle, İstanbul’a “ölümsüz” bir hikâye çok yakışıyor!

82ekran için yazan: Polat Öziş