82ekran için yazan: Polat Öziş
Birkaç gün önce bir kayıp haberi ile başladı her şey. Akyaka’da yaşayan Pınar Gültekin’den haber alınamıyordu. Hepimiz, Pınar’ın bir yerlerden çıkacağına, “ya biraz kafamı dinlemek istedim” diye hoş bir sürpriz yapacağına inanmak istemiştik, ama olmadı. Ölüm haberi ulaştı, sevdiklerine, bize, tüm Türkiye’ye. Hâlbuki ortadan kaybolmadan birkaç gün önce görmüştüm onu. Yüzündeki o güleç, sevecen tavırla; bugünse, Pınar aramızda değil. Yıllarca aynı şehirde yaşadığın, aynı mekânlara, aynı okullara gittiğin bir insan katledilerek öldürülüyor… Bu acının tarifi yok. Kelimelere dökmeye çalışsan olmuyor, haykırsan sesini duyan yok. Ama düşünmeden de edemiyor insan. Biz nasıl bu hale geldik, nasıl bu kadar cani olduk diye?
Bundan tam 13 yıl önce, Hrant Dink’in ardından eşi Rakel Dink şöyle diyordu: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…”. 2007’den beri nerede bir cinayet, nerede bir katlediliş olsa, bu cümle yankılanır beynimde. Çünkü o kadar haklı sözler ki. Evet, hepimiz dünyaya günahsız olarak geliyoruz. Ancak sevgi ile yeşeren nesiller yerine, kimileri nefretle, eril dilin hâkimiyetiyle büyüyor. Suçu burada anne babaya atmak işin en kolayı, ama tek başına yeterli değil. Çünkü dünyaya günahsız gelen o çocukları, birer caniye dönüştürme de ülke dinamiklerini dizayn edenler de en az ebeveynler kadar suçlu.
Tiyatro sahnesinin yaşayan devi Ferhan Şensoy, 1998 yılında çıkardığı “Falınızda Rönesans Var” isimli kitabında nasıl bu hale geldiğimize dair şu çıkarımları yapıyor: Bir milleti istediği biçimde yoğurabilecek güçlü bir silah oluverdi televizyon. Nasıl bir millet yapmak istiyorsanız, ona göre bir televizyon programı düzenleyin, olsun bitsin. Ya bizde olduğu gibi, hiçbir programsız çok televizyonlu, çok kanallı bir karmaşa dizayn edin, buyrun size işte böyle bir millet. Bu millet nasıl bu hale geldi acaba diye ince uzun düşünmeye gerek yok. Böyle ekrana, böyle erkan”.
Toplum ile hükümet arasındaki bağ yadsınamaz derecede büyük. Bu yüzdendir ki, toplumlar da iktidarların karakteristik özelliklerini git gide benimser. Aynı, toplumu dizayn etmede önemli bir işleve sahip olan televizyonun da zamanla iktidar ile aynı ideolojiyi benimsemesi gibi. Bu anlattıklarım çok tanıdık değil mi? Düşünsenize, dünyaya günahsız gelen bir bebek, her gün televizyonda nefret söylemlerine maruz kalan bir ebeveyn tarafından büyütülüyor, farkında olmadan acımasızlaşıyor. Ve bu bebek büyüdükçe, ailesinden gördüğüne dönüşüyor. Bir birey haline geldiğinde ise, televizyondaki, sinemadaki eril dilin benliğine teslim olarak bir caniye dönüşüyor.
Bugün televizyonu açtığımızda, erkeğe sorgusuz sualsiz boyun eğen kadın profiline ya da “erkek çocuğu istediğini yapar” gibi iğrenç bir anlayışın güzellemesine her gün, her saat rastlamak mümkün. Kulağa basit gibi gelen bu tarz söylemlerin, tekrar tekrar izleyiciye sunulması zayıf bünyelerin zihniyetini derinden etkileyen ve içten içe suça meyilli hale getiren ana unsur. Dile kolay, kadını ikinci plana iten, erkeği, “erkekliği” yücelten yapımlar varken, nasıl akıl sağlığını koruyabilir insan? Kaldı ki, ekranda beliren ve kadını erkeğin kölesiymişçesine lanse eden koca koca siyasetçilerin varlığı da göz ardı edilemeyecek durumdayken!
Mesele yalnızca kurmaca diziler değil. Kadın programı olarak lanse edilen garabetlere maruz kalmayı denediniz mi hiç? Sizin yerinize söyleyeyim, sakın yapmayın! Her gün yeni bir cinayeti, vahşeti merkezine alan ve böylelikle şiddeti normalize eden bu programlar, akıl sağlığını birinci dereceden etkiliyor. Bunları Türkiye gerçeği diye geçiştiremeyiz. Hele hele televizyonda, dijital platformlarda yasaklanan onlarca “Türkiye gerçeği” varken…
Hatırlayalım, birkaç yıl öncesinde evlilik programlarının yayından kalkması için talimat verdi RTÜK. Ve neticede izdivaç ve türevleri yerini, reality showlara bıraktı. Ne kadar masum olduğu tartışılır ancak o evlilik programlarında bile en azından eğlence vardı, insanları oyalayan bir mizah vardı. Şimdiyse, insanları güldüren o programların yerinde, eşini öldüren, hayat arkadaşını bilmem kaç yerinden bıçaklayan caniler var. Sahi, vahşet bu kadar doğal bir şekilde her gün ekrana taşınırsa, nasıl sağlıklı kalabilir ki insan? Evet, bu programları bile isteye izlemiyoruz. Ancak maruz kaldığımızı inkâr edebilir miyiz?
Düne kadar birinci önceliğimiz Netflix’ti. Çünkü parasını ödeyerek, özgür ve hür irademizle satın aldığımız bir platform, eşcinselliği özendiriyormuş. Vah vah! Hadi, varsayalım ki öyle, bu kimi neden ilgilendirir? İki insanın, içinden geldiği gibi yaşaması, sevgisini, aşkını, özgürce dile getirmesi kimi alakadar eder? İki hemcinsin birbirine gönülden bağlı olması, bir caninin, gencecik bir kızı varile koyup, üzerine beton dökmesinden daha mı acı?
Nasıl bu hale geldik sorusunun binlerce cevabı var. Ama birinci noktaya yazacağımız, Ferhan Şensoy’un da dediği gibi televizyon. Kadına yönelik aşağılayıcı söylemler körüklendikçe ve bunlara ekranda fütursuzca yer verilmeye devam ettikçe, ne yazık ki yozlaşma kaçınılmaz. Bir izleyici, bir sinemasever olarak yegâne talebim, Netflix gibi belli bir kesimin izlediği platformlara savaş açmak yerine, televizyondaki bu garabetle mücadele edilsin. Eşcinselliğe değil; şiddete, nefret söylemlerine cephe alınsın. Çünkü ne benim, ne de bir başkasının gençliğinin baharında yitip giden bir can daha görmeye tahammülü kalmadı.
Dünyalar güzeli Pınar, kokuşmuş bir zihniyet yüzünden artık yok… Ama aynı korkuyla yaşayan milyonlarca kadın var. Suni gündem yaratmak yerine, bireylerin özgürce yaşayabileceği bir toplum dizayn etmek, hükümetlerin ve sorumluların yegane görevi. Bırakın insanların cinsel yönelimleriyle uğraşmayı. Herkesin maruz kaldığı ve şiddeti normalize eden televizyon çöplüğüne bir çare bulun. Belki o zaman kadın düşmanı zihniyet yerini daha sağlıklı nesillere bırakır. Ve en önemlisi, Pınarlar doyasıya yaşamaya devam eder…
#İstanbulSözleşmesiYaşatır