Geçtiğimiz yılın en fazla ses getiren dizilerinden olan ve 80’lerin retro atmosferini günümüze taşımasıyla adından söz ettiren Stranger Things, amiyane tabirle bomba olarak nitelendirebileceğimiz bir sezonla geri döndü. Heyecan dozajını anbean diri tutan, fantastik yapısından zerre ödün vermeyen, üstüne üstlük izleyicisini 80’lere iyiden iyiye hapseden dizi, ikinci sezonuyla birlikte kültler arasındaki yerini çoktan almış durumda. Neden mi? Gelin hep birlikte inceleyelim.
Öncelikle ikinci sezonu daha iyi anlamlandırmak adına, dizinin başlangıcına doğru bir yolculuğa çıkalım. Malumunuz Stranger Things, Will isimli bir çocuğun kaçırılması ile startını vermiş ve sonrasında da izleyicisini büyülü dünyasına git gide ortak etmişti. Tabii Stranger Things için basit bir kaçırılma vakasını işliyor dersek, a’dan z’ye ustalık kokan bu işe fazlasıyla haksızlık etmiş oluruz.
En başta dizi, 80’lerin retro atmosferini yıllar yılı bir sandığın içinde saklamış ve günümüze taşımış hissiyatını uyandırıyor. Bu da esasen Stranger Things’i açar açmaz, büyülenmemize vesile oluyor. Hele hele dizinin, o yılların gözde yapımlarını referans alan duruşunun her bölüm karşımıza çıkıyor oluşu, bir anda izleyicinin, 80’li yıllara ışınlanmasına olanak sağlıyor.
Tabii dizi bir yandan izleyicisini zamanda yolculuğa çıkarırken, bir yandan da o yılların gözde konu başlıklarına ustaca parantez açmayı ihmal etmiyor. Gerilim dozajını had safhada hissettiriyor, fantastik yapısıyla göz kamaştırıyor ve en önemlisi merak uyandıran yapısıyla sürükleyiciliğini doruk noktasına çıkarıyor. Bu nicelikler zaten bir diziyi başlı başına usta işi yapmak için yeter de artar. Ancak Stranger Things, hiçbir zaman sırtını dayadıklarıyla yetinmiyor aksine izleyicisine özgün ve farklı bileşenler sunmayı ihmal etmiyor. Keza bunu ikinci sezonda daha da iyi anlıyoruz.
***SPOILER ALERT***
Gelelim diziyi arşa yükselten ikinci sezona. Evet, Will’in geri dönüşü, Hawkins’e daha iyimser gözle bakmamıza vesile oluyor. Ancak, bunun fırtına öncesi sessizlik olduğu henüz ilk bölümde kendini belli etmekten de geri durmuyor. Nitekim Eleven’ın ortalarda olmayışı ve Will’in garip haleti ruhiyesi, sezonun geri kalanı için dizinin fazlasıyla sürprize gebe olduğu algısını en baştan bize veriyor. Keza olaylar da bu tezi destekler şekilde gelişiyor. Git gide açılan ve kendini bulan dizi, 6.bölümün tavan yapan finaliyle birlikte bir anda bambaşka bir evreye yükseliyor ve adeta gerilimi iliklerimizde hissetmemize olanak sağlıyor.
En baştan beri dile getirdiğim gibi, Stranger Things’in ikinci sezonu öyle alelade bir sezon değil. Aksine son yıllarda karşımıza gelen en güçlü sezonlardan biri! Bunun birincil nedeni, hikâyenin ilk bölümden son bölüme kadar takındığı sert üslup. Dizi, bir yandan da Hawkins’in karanlık yapısını olabildiğince gerçekçi bir üslupla resmederken, diğer yandan da vahşet çığlıklarına geniş yer ayırarak, aslında 80’lerin alışılagelmiş kaotik anlatım dilini bir kez daha sandıktan çıkarmayı başarıyor.
İkinci sezon ile en çok dikkat çeken noktalardan biri de Eleven’ın geri planda durması. Şimdi eğri oturup, doğru konuşalım. İlk sezonu çekici kılan ve seyir zevkini doruk noktasına çıkaran en önemli karakter birçokları için Eleven’dır. Onun Master Yoda’yı anımsatan duruşu, naif ve savaşçı kişiliği, Stranger Things’i farklı bir noktada konumlandırmamıza olanak sağlamaktaydı. Ancak bu noktada dizi, radikal bir kararla, Eleven’ı ikinci plana iterek Hawkins’te yaşananları odağına almayı tercih ediyor. Bu durum, dizi fanları için en başta garipsenecek bir durum olarak belirse de, yavaş yavaş hikâyenin ağırlığını koymasıyla, dizinin vurucu bir sezonla karşımızda belirdiğini de söylemek mümkün hale geliyor.
İkinci sezonu dişe dokunur hale getiren en önemli detayların başında, Hawkins’e daha geniş bir perspektiften bakmamıza olanak sağlayışı geliyor. Evet, belki Will geri dönmüş olabilir ancak bu yalnızca olayların daha da şiddetlenerek ilerleyeceğinin habercisi olarak beliriyor! Nitekim Demogorgonların iyiden iyiye varlığını hissettirmesi ve adeta bir korku imgesi olarak her daim ortalarda dolaşması, Stranger Things 2’nin izleyene korku aşılayan gücünü gözle görülür bir şekilde resmediyor. Bu da her bölüm hop oturup hop kalkmamızı ve ilerleyen aşamalarda neler olabileceğine dair meraklanmamıza olanak sağlıyor.
Şimdi bu kadar övgü sarf ettikten sonra, ikinci sezon ile söylenmesi elzem olan hususlara değinelim. Evet, dizi heyecan dozajını diri tutuyor ancak bunu ilk birkaç bölümde ne yazık ki fazlasıyla hissettiremiyor. Özellikle İlk 4 bölümün, nispeten yavaş tempoda geçmesi zaman zaman “Acaba bu sefer olmadı mı?” algısını da beraberinde getiriyor. Nitekim Duffer Brothers bunu fark etmiş olacak ki, 5.bölümle birlikte tüm kozlarını oynamaya başlıyor ve adeta sıkılmasına ramak kalan izleyicisine bambaşka bir lezzet armağan etmeyi başarıyor. Nitekim Stranger Things 2’nin gücünden bahsedeceksek, bunun 5.bölüm ile başladığını ve son iki bölümün bir an olsun düşmeyen temposuyla doruk noktasına ulaştığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Tam da burada eleştirilmesi adeta bir zorunluluk olan 7.bölüm sorunsalı karşımıza çıkıyor. Malumunuz, 6.bölüm heyecanın tavan yaptığı bir finalle son bulmuş, herkes daha fazla adrenalin daha fazla cevap bulmak adına 7.bölüme sarılmıştı. Ancak bu noktada Stranger Things 2, belki de tarihin en büyük sürprizlerinden birinin altına imza atmaktan da geri durmuyor. İtiraf etmek gerekirse, Eleven’ın arayışını merkezine alan Lost Sister bölümü, kendi özelinde X-Men vari duruşuyla ayrı bir sinema tadı hüviyetinde, bu aşikâr. Ancak ne var ki, gerilimin böylesine had safhaya ulaştığı ve izleyicinin yalnızca daha fazla cevap beklediği bir noktada, diziden bağımsızcasına ortaya konan bu bölüm, modu ziyadesiyle düşürüyor ve 8.bölümün vuruculuğunu adeta minimize ediyor. Evet, her daim başka şeyler denemek yahut izleyiciye sürprizler olayları sunmak anlatıya farklı bir renk katar. Ancak dizinin en merak uyandıran anında, tüm bölümü bütünden bağımsız bir hikâyeye ayırmak da neresinden bakarsak bakalım, adeta asap bozucu bir durum olarak karşımıza geliyor. Bu da Lost Sister isimli 7.bölümün, koca sezonun en büyük handikabı olarak resmetmemizin önünü açıyor.
Eğer ki Lost Sister isimli bölümü ve nispeten yavaş geçen ilk bölümleri bir kenara koyarsak, sezonun son iki bölümünün Stranger Things 2’yi adeta nirvanaya ulaştırdığını rahatlıkla söylemek mümkün. Hani “Kan gövdeyi götürüyor” diye bir deyim vardır ya, işte bunu sezonun finale ulaştıran son iki bölüm için söylemek fazlasıyla mümkün. Hele hele bu noktada karanlığın da başrol hüviyetine yerleşmesi, bir anda dizinin cazibesini doruk noktasına çıkarıyor. Tabii Eleven’ın sahalara dönmesiyle birlikte, taşların yerine oturması Hawkins’i tam anlamıyla bir cehenneme çeviriyor ve bir anda melekler ile şeytanların savaşının tam ortasına izleyicisini bırakıyor. Bu da ikinci sezonu özgün ve bir o kadar da gerilim sosu yüksek hale getiren en önemli detay olarak beliriyor.
Evet, Stranger Things 2’nin hikâyesi, retro atmosferi ve üstün sinematografisi en az ilk sezondaki kadar ilgi çekici ve dişe dokunur. Ancak oyunculukların da günden güne gelişmesi dizinin samimi duruşunu fazlasıyla perçinliyor. Henüz ilk sezonda kalbimizi çalan Dustin, bu sezon Mike’tan hatta Eleven’dan bile rol çalarak, hikâyenin en önemli yapı taşı olmayı başarıyor. Esasen onun göründüğü her bir sekansta ortaya koyduğu içten duruş, ikinci sezonu seyre değer kılan en önemli detaylardan biri olarak beliriyor. Sahi, fantastik bir savaşın ve karanlığın böylesine had safhada kendisini hissettirdiği bir evrende Dustin gibi naif ve bir o kadar da nörd olarak tabir edebileceğimiz bir çocuğun varlığı diziyi daha fazla çekici kılmaz mı?
Stranger Things 2, ülkemiz adına özel çekilen Sadettin Teksoylu tanıtım ile henüz başlamadan önce adından söz ettirmiş ve beklentiyi adeta maksimuma çıkarmıştı. Bu noktada kendisinden bekleneni ziyadesiyle veren, heyecanı ve gerilimi doruk noktasına çıkaran dizi, ilk sezonda olduğu gibi bir kez daha tüm soruları cevaplayan finaliyle karşımıza geldi. Evet, son sekansa kadar gelecek adına her şey fazlasıyla iyimser duruyordu. Ancak bir kez daha anlıyoruz ki, Hawkins ve Upside Down’da daha kapanması gereken birçok hesap var! Eleven’ın dönmesi ve karakterler arasındaki bağın git gide perçinlenmesi derken, üçüncü sezonda daha şiddetli bir hikâyenin bizi bekleyeceği öngörüsünü şimdiden yapmak mümkün. Ne diyelim, karanlığın gölgesi üçüncü sezona kadar bizlerle olsun!
82ekran için yazan: Polat Öziş