82ekran için yazan: Ahmet Toğaç
Selman Nacar’ın yönetmenliğini yaptığı İki Şafak Arasında filminin Boğaziçi Film Festivali kapsamındaki gösterimi için 26 Ekim tarihinde Atlas Sineması’ndaydım. Salondaki tekli sıra bloğunda seyrettiğim filmin kalabalık ekipli soru-cevap kısmını dinlemek için çiftli sıralardaki arkadaşlarımın yanına geçtim. Sahneye olan mesafemiz benzerdi, yaklaşık beş sıra uzaktaydık. Sadece soru-cevap bölümünü dinlemek değil, filmi de konuşmak için oradaydım. Oyuncular, yapımcı ve ortak yapımcılar, teknik ekipten birkaç isim ve tabi ki yönetmen sahnedeydi. Bölümün moderatörü Murat Tırpan’dı. Selman Nacar jenerik bir ifadeyle başlayıp, hukuku, ahlakı ve hesaplaşmayı sinematik bulduğunu belirtiyordu. Genellikle mekanları veya birtakım görüntüleri sinematik bulan film üreticileri ya da film meraklılarının kafasını karıştırabilecek bir ifade. Kavramın sinematik potansiyeli, sinemanın yalnızca görsel bir sanat olmadığı konusunda ikna edici olmalıdır. Sahne konuklarından bir adım önde durarak konuşan yönetmen, az önce seyrettiğimiz filmin sinemasal anlamında kurum ve edasını üzerinde taşıyor gibiydi. Söz alan bir seyircinin “şimdiye dek festivalde on filme gittim, böylesini görmedim… favorimsiniz” sorusu evvelindeki bu yorumuna katılmamak elde değil. Bu sene festivalde seyrettiğimiz filmler arasında en güçlü dramatik etkiye sahip filmlerden biriydi İki Şafak Arasında. Ancak burada filmin tam anlamıyla bir değerlendirmesini sunmayacağımı baştan belirtmeliyim. Filmi tartışmaya açmak niyetinde olsam da bunu filmin bittiği yerden başlayarak yapacağım. Henüz salondan çıkmadan ama filmin de bitmesinden sonraki o kısa aralıkta edindiğim izlenimlerle, yine filme dönerek bir kritik yapma gayretinde olacağım.
Sahne ve seyirciler arasında diyalog sürerken ben de dostum Onur Sefer ile bir başka tartışma yürütmeye başlamıştım. İyi film konuşturur derler, ben de boşuna değiştirmemiştim ya yerimi. Madem sahne ile aramızda söz kesme lüksümüz mevcut değil, biz de bir kulağımız sahnede bir kulağımız birbirimizde olmak üzere kendi iç tartışmamızı yürütürüz o halde. Kuvvetli film diye başladık. Diğer günlerdeki seanslarda izlediğimiz yeni ulusal filmlerin arkasından gelen yarı hüsran yarı tedirgin hal üzerimizde yoktu. Peki herkesin güçlü bir film olduğuna mutabık kaldığı Okul Tıraşı dedik, onu da çok sevmiştik. Fakat burada daha başka bir şey vardı, belki daha riskli bir filmdi İki Şafak Arasında. Neyi tarif etmek istiyorum riskle? Filmin karaktere yaklaşımındaki bıçak sırtı durumu. Nihayetinde bir işçi ölümünün bir patron üzerinden anlatılması, filmin dar bakışlı ve farkında olarak ya da olmayarak egemen sınıf çıkarlarını koruyan bir hale dönüşmesine yol açabilirdi. Filmde tanıdığımız üzere işçisinin ölümünden hasarsız çıkmaya çalışan fabrika patronların egemenliği.
Eserlere ele aldıkları kadar konu edin(e)medikleri öğeler üzerinden inceleyen ideolojik temelli eleştiriler için sinema oldukça verimli bir alan olmuştur. Çoğu zaman görsellikle denk tutulan sinemada kadrajın sınırları belirleyen bir tarafı da bulunmaktadır. Perspektif içine dahil edilenler üzerinden kadraj dışı bırakma yorumu oldukça kullanışlıdır. İki Şafak Arasında’nın bu bakımdan riski, sinema tarihinde genellikle popüler sinemanın temellerini atan, soyluları kutsayan ve insanlar arasında adaletsiz bir uzlaşıyı besleyen hikaye dinamiklerine oldukça yakın olmasıydı. Fakat film bu bıçak sırtı durumun üzerine de cesurca gidiyordu. Düzenli olarak karakteri Kadir’i zor durumlarda bırakıp rahat nefes almasına izin vermiyordu. Murat Tırpan’ın soru-cevap boyunca vurguladığı gibi karakter yapmak istemediği ama yapmak zorunda hissettiği eylemlerde bulunuyordu. Bir anlamda pasif protagonist diyebileceğimiz karakter, aynı zamanda sürekli kararlar vermesi gereken biri oluveriyordu. Bu yüzden trajik diyordu Tırpan, tıpkı Yunan tragedyalarındaki gibi. Sefer aynı görüşte değildi, onun için politikadan bu kadar uzaklaşılmamalıydı. Karakterle beraber güdülenen seyircinin bir bakıma patronlarca kurulmak istenen oyuna alet olacağını söyledi. Kadir ile özdeşleşip var olan durumun içinden sıyrılmasını yürekten isteyen seyircinin bu uzlaşıda turnusol kağıdı olacağını söyledi. Tıpkı Kadir’in aileye o rezil dilekçeyi imzalatmak için gittiği sırada arabulucu olmaya gönüllü olan Ahmet gibi. İyilik yaptığını düşünerek hareket eden ama bir yandan da uzlaşıdan çıkar alan karakterin karşı cephesinde ise Mahmut vardı. O yalnızca delikanlılığından ve abisine olan sevgisinden agresifleşen bir gençtir. Ancak haklılığını savunan bir öfkeden çok karşısındaki muhatabını kaba kuvvetiyle ezmeye niyetlidir.
Vaziyet böyleyken filmde gerçekten sevmiş miydik Kadir’i, anlayış göstermiş miydik ona? İşçi kaza geçirdiğinde aileye yaptığı ilk ziyaretinde aslında abisini ve fabrikayı kurtarmak için hastanede değil miydi? Aileye haklarından feragat edeceği dilekçeyi imzalatmaya çabaladığı sırada, işçinin öldüğünden habersiz oluşu yukarıdaki çıkarların korunmasındaki bilinçsizlikle özdeş değil mi? Aklımızdan bunlar geçerken film ekibinden bir katılımcı mikrofonu eline alıp soru-cevabı terse döndüren bir hatayı yaparak seyircilere soru yöneltti: “Kadir’e hak verdiniz ya da onunla özdeşleştiniz mi? Neler hissettiniz?”. Tersten gelen bu soru ihtiyar bir seyircinin söz isteyip yerinden fırlamasına neden oldu. Mikrofonu eline aldığında ilk söylediği şey asker emeklisi olduğu ve savaş filmleri dışında tüm filmlerde uyuduğu oldu. Fakat bu film onun için başkaydı, çok sevmişti. Soru sormaya çekinen ya da mikrofon kendisine ulaşmadan sorusunu hızlıca bitirip koltuğuna sinen seyirciler varken bu adamın ayağa kalkıp konuşmaya başlaması bile yeterince dikkat çekiciydi. Filmin dünyası içinde yaşasa, ölümle sonuçlanan iş kazası arkasından gelecek mahkeme süreçlerinden önce babanın Kadir’i yurt dışına çıkarma planında gönüllü olacağını, arabayı son sürat kullanıp karakteri havalimanına götüreceğini söyledi. Bu sırada da yaptığı tarif, tavrındaki atikliği içeriyordu. Kollarını ileri doğru hareket ettirerek Kadir’e yardım etmek için atılmaya gönüllü olduğunu vurguluyordu. Karakterin derdiyle dertlenmek ancak bu kadar olabilir. Adam asker değil mi, egemenden yana olacak tabi dedi Sefer. Haklıydı da. Filmdeki karakterin durumuyla dair hislerimizle yüzleşmek, turnusol kağıdının verdiği tepkinin ne demek olduğunu anlamaya benzeyecektir.
Pek tabi patron üzerinden bu hikayeyi anlatmak senarist/yönetmenin tercihiydi. Böyle bir içerik yalnızca felaketi yaşayan işçi ve ailesi tarafından anlatılamaz ya. Fakat filmin işçinin mi patronun mu tarafında duracağı, işte bu da politik bir tercihti. Hukuk eğitimi almış olan Selman Nacar bu konuda yine jenerik bir ifade kullanıyordu: “Yasaların işçiden yanadır ama ya yasaların işleyişi, onlar da işçiden yana mıdır?”. Yine seyircilerden bir soru geliyordu, uzun süredir bu kadar iyi bir işçi filmi görmediği minvalinde bir açıklamayla başlıyordu. Soru-cevapların olmazsa olmaz klasiğidir soru sormaktan çok yorum yapmak. Soru sorması gerektiğin hatırlayan izleyici de yorumu arkasından farkında olmadan türettiği bir soruyla mikrofonu elinden bırakır. Muhtemelen yine aynısı yaşanmıştı ki soruyu hatırlamıyorum bile. Ancak işçi filmi ifadesini duyar duymaz Sefer’w döndüm. Sence öyle mi, işçi filmi mi İki Şafak Arasında dedim. Düşündü, hayır anlamında kafa salladı. Bir işçi hikayesi o filmi bir işçi filmine dönüştür mü? Babamın Kanatları’nı hatırladık, işçi filmi diyeceksek örnek belliydi. Kadir’in gözünden takip edilen hikaye, seyirci için bir taraf olmayı da mecbur kılar. Felaketi yaşayan işçiyi doğru düzgün tanımayız ancak arkada kalıp acı çeken Kadir’in tüm çelişkilerinin farkındayızdır. Hatta bu farkındalığa rağmen Kadir’i havalimanına yetiştirmek için umut besleyen bir seyirciysek bilincimiz askıya da alınmıştır. Sefer’in sık sık kulağıma eğilip belirttiği gibi, neden bu filmde politik bilince sahip bir karakter yok! Sorudan çok tespitti aslında bu. Geçmiş yıllarda olsa, ister on ister kırk yıl önceki sinemadan söz edelim, politik bilince sahip çiğ de olsa bir karakter görürdük bu filmde dedi. Şimdi ise en fazla agresif bir genç var dedim. Fakat gencin yani Mahmut’un öfkesi kişiseldi, patrona değil yalnızca ağabeyine ve ailesine kötü davranmakta olan bir adamaydı. Sefer’in filmdeki tespiti arkasında günümüz Türkiye’si ve Türkiye içinde üretilen sinemamız üzerine bir yorumu daha geldi. Politik bilince sahip bir karakter olamazdı çünkü sokaktaki sosyal hayatta bu bilinç ortadan kalkmıştı.
Son seans olduğu için yazının başlığında taahhüt edilen o ikinci seans da aslında yoktu ama konu çoktan sokağa taşmıştı. Atlas’ın önünden İstiklal Caddesi’ne taşan kalabalık hala filmi tartışıyordu. Bırakın salon ışıklarını, pasaj ışıkları bile sönüyordu. Sefer ile yaptığımız bunca değerlendirmenin ardından neden sorusuna cevap vermesi için Selman Nacar’ı bekliyor gibiydik. Arkadaşlarımız bizden sıkılmış olacak ki tanıdıklar bir bir dağılmaya başladı. Aynı zamanda hocam olan Murat Tırpan’ı yakalamıştım kapıda. Siz sahnedeyken bizim de aklımızdan bunlar geçiyordu dedik. Şimdiye dek yazdıklarımı kabaca özetledim orada. Fakat o, Sefer’in tespit ettiği soruya ya da soruna karşılık başka bir soru yöneltiyordu. Boşuna demedim Yunan tragedyalarını diye vurguladı, neden mitolojide hep tanrıların kralların hikayeleri anlatılırdı. Belli ki hayata dair büyük olayları, büyük duyguları daha kolay ve daha geniş söyleyebildikleri içindi. Evet, Kadir yapmak istemediğini zannedip bir yandan da hep yapmak zorunda kalıyordu. Tüm eylemleri film boyunca onu mecbur kalacağı durumlara sürüklüyordu. Ancak dedi Tırpan, çoktan kehaneti aleyhine döndürmüştü Kadir, yaralı gömleği çıkarıp ondan arındığını sandığı anda trajedisi başladı. Haklıydı çünkü kazanın varlığının kabul edildiğini an tam o andaydı. Üzerine bulaşan kandan kurtulması lazımdı. İlk eylemi tüm yapıp etmek istemediği sorunları başına geçirecekti. Bu yüzden ne filmin sonunda ülkeden kaçabilecekti ne de sahnelerde içinde kaldığı zor durumlardan. Verdiği örnekleri tek tek dinledim. Sefer ile Okul Tıraşı’nı veya Babamın Kanatları’nı hatırlamıştık, Tırpan ise sinemadan farklı akrabalarını çıkarıyordu İki Şafak Arasında’nın. Şimdi Selman Nacar’ın hukuk ve ahlak gibi kavramları neden sinematik bulduğunu daha iyi anlıyorum. Anlatı sahibi olan her şey gibi bunlar da girift çatışmaları taşıyordu.
Artık iyice sonuna gelinmişti akşamın. Ya dönüş yoluna girilmeli ya da bir aftera geçmeliydi. Onur Sefer, Selman Nacar’a tespitinden söz ederken Galata’ya doğru ilerlediler. Ben de Murat Tırpan ile meydana doğru yürüyüp ayrıldık. Birkaç dakika önceki örtük ve açık söyleşi ekiplerinde eş değişikliği yapmış gibiydik. Henüz salondayken Sefer’e aitti bu dağınık yazının merkezi fikri, konuştuklarımız uçmasın yazsak mı bunları dedi. Peki ya podcast? Şükür ki ikimizden de bu fikir çıkmadı. İki Şafak Arasında tıpkı belirttiği gibi İki Şafak Arasındaki bu olaylarını ikiliklerle ve çelişkilerle kuruyorsa yazıya başlangıç noktam da iki farklı düşünce olmalıydı. İki sıra, iki sahne, iki konuşmacı ve iki değerlendirme. Kesiştikleri ve çatıştıkları yerler olmasaydı zaten neden ahlaka, hukuka ve sinemaya ihtiyacımız olurdu.