82ekran için yazan: Selen Turna
Netflix, kendi bünyesi içerisinde dizi ve film dışında önemli konuları barındıran gerçek hikâyeleri de belgesel veya mini dizi olarak gözler önüne seren dijital platformlardan biri. Aile içi ihmal ve istismar, kadına yönelik şiddet ve tecavüz, akran zorbalığı, ırkçılık, devlete bağlı sistemlerdeki işleyiş bozukluğu gibi önemli noktalara parmak basan yapımlar bunlardan birkaçı. Ayrıca sağlıkla ilgili problem yaşayan kişilerin biyografik belgesellerine de sıkça rastlanıyor. Bu yapımlar ise farkındalık oluşturma ve bilinmeyen hikâyelere dikkat çekmek açısından büyük önem arz ediyor. O zaman önemli konulara dikkat çeken ve bu hikâyeleri başarılı bir şekilde gözler önüne seren yapımlardan bazılarına göz atalım.
When They See Us (2019)
“Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik; ancak kardeşçe yaşamayı unuttuk.”
Martin Luther King
2019’da Netflix’te izlediğimiz mini dizi, konusunu 1989 yılında New York’u sarsan Central Park beşlisi olayından alıyor. Bir grup genç erkek Central Parkta eğlenirken Trisha Meili isimli bir kadının tecavüze uğramış ve ağır darp almış bir şekilde bulunması tüm yaşananların başlangıcı oluyor. New York’ a bomba gibi düşen bu olay sonucunda kanıt olmamasına rağmen polisin doğru şartlar sağlamayarak aldığı itiraflar sonucu suçsuz 5 genç tutuklanıyor. Dizi, yaşları 14-16 arasında değişen beş siyahi gencin hayatlarının dönüm noktası olan bu olayı ve sonrasında yaşadıkları süreçleri gözler önüne seriyor.
Amerika’da ırkçılığın ve eylemlerin gündemde olduğu yılları bu sarsıcı olay üzerinden ayrıntılarıyla başarılı bir şekilde anlatmayı başarıyor dizi. Ava DuVarney’in başarılı yönetmenliği ve güçlü oyunculukların bu başarıdaki payı büyük. Özellikle Korey wise rolü ile Emmy kazanan Jhrell jrome oyunculuğu ile dizinin seyir zevkini çok farklı bir noktaya taşıyor.
Bununla birlikte dizi yargılanma sisteminin 80’li yıllarda siyahi bireylere karşı tavrını net bir şekilde anlatırken Trump’ın iş adamı olduğu yıllarda yaşanan olaydaki bakış açısını da göstermeyi ihmal etmiyor. Amerika’nın George Floyd’un bir polis tarafından öldürülmesi ve sonrasında başlayan protestoların süregeldiği bir dönem yaşaması ise ırkçılığın dönem fark etmeksizin Amerika’nın büyük bir problemi olduğunun da bir göstergesi haline geliyor.
Unbelievable (2019)
2019 Netflix yapımı mini dizi konusunu 2008’de yaşanan gerçek bir olayın ele alındığı Pulitzer ödüllü “Bir inanılmaz tecavüz öyküsü” makalesinden alıyor. 8 bölüm boyunca 18 yaşındaki Marie Adler’in uğradığı tecavüz sonrası yaşadıklarını ve bunun seri tecavüz vakası olmasıyla iki kadın dedektifin bu vakayı çözmeye çalışmasını izliyoruz. Gerçekçi bir polisiye ve her ayrıntısıyla sağlam bir psikolojik dram hikâyesi ise diziyi izlenebilir kılan en büyük unsurlar. Marie’nin yaşadığı her travma huzursuz edici anlara şahit olmamızı sağlıyor. Polis memurlarının acımasız sorguları, çevresinde bulunan kişilerin anlayışsız davranışları adeta yürek burkan bir tablo çiziyor. Diğer yandan tüm bakış açıları ve yaşananlar izleyicide Marie konusunda kafada soru işaretleri oluşmasını sağlıyor. Bu da diziyi, tüm hikâyeyi kafada sağlamlaştırmak konusunda sürükleyici kılıyor. Bununla birlikte Marie dışındaki tecavüz mağdurlarının yaşadıklarına da değinerek olayın sarsıcı yönünü ortaya çıkarıyor. İki kadın dedektifin Marie’nin hikâyesine ortak olmayarak farklı tecavüz vakalarını klişelere düşmeden çözmesi ise dizideki polisiye faktörünü güçlü bir şekilde yansıtıyor. Erkek polislerin tecavüz mağdurlarına karşı yaklaşımını eleştiren noktalarıyla, güçlü oyunculukları ve sağlam senaryosuyla Unbelievable Netflix’in izlenmesi gereken yapımları arasına girmeyi başarıyor.
The Trials of Gabriel Fernandez (2020)
4 bölümlük belgesel, 8 yaşındaki Gabriel Fernandez’in annesi ve üvey babası tarafından yıllar süren bir fiziksel istismara maruz kalması sonucu ölmesini ve bundan sonraki dava sürecini ekrana yansıtıyor. Gabriel’in hikâyesinde dikkat çeken taraf ise ailesi dışındaki devlete bağlı sistemler de dâhil hiç kimsenin yıllar süren işkenceye rağmen elinden geleni yapmaması. Sinirleri zorlayan vakaya öğretmenlerin, şerifin, sosyal hizmet uzmanlarının dâhil olduğunu görüyoruz. Buna rağmen annesi tarafından günah keçisi ilan edilen küçük Gabriel’in üvey babasının yaptığı son darbeyle yaşamı son buluyor. Bu da Gabriel’in sessiz yardım çığlıklarına hareketsiz kalan kurumlar ve kişiler yüzünden adım adım ölüme gittiğini de gün yüzüne vuruyor. California gibi bir eyalette devlete bağlı sistemlerin bu kadar hassas bir konuda doğru işleyememesine dikkat çekmesinin yanında olayın iç yüzünü ve hukuki süreci tüm taraflarıyla sunması belgeselin etkileyiciliğini üstün kılıyor.
Audrie & Daisy (2016)
2016 yapımı Netflix belgeseli Audrie ve Daisy isimli iki genç kızın yaşadıklarına ışık tutuyor. Farklı yerlerde yaşayan iki kızın ortak noktası ise alkollüyken taciz/tecavüze maruz kalması. Audrie aşırı alkol aldığı parti sonrası vücudunun belli yerlerinin çizilmesi ile bir şeylerin ters gittiğini anlıyor ama asıl çöküşü fotoğraflarının çekildiği ve lisede öğrenciler arasında yayıldığını öğrenmesiyle yaşıyor. Diğer tarafta ise Daisy’nin alkollüyken uğradığı tecavüz sonrasında yaşadıkları karşımıza çıkıyor. Belgesel sosyal medyanın kötü yüzünü, akran zorbalığını, toplumun hatta polisin bu olaya bakış açısı izleyicinin yüzüne tokat gibi çarpıyor. Daisy’nin yaşadıklarını aile bireylerinin röportajlarıyla izlemek küçük bir kasabada yaşanan tecavüz olayının aslında çevrenin yaşattığı zorbalıklarla daha derin ve karmaşık hale geldiği anlaşılıyor. Audrie&Daisy, kişi ve aile üzerindeki travmatik etkiyi tüm yaşanılanlarla ortaya koyması ile duygusal sınırları zorlayarak toplumda yara açan konulara dikkat çeken sağlam bir yapım olarak kendini kanıtlıyor.
Kingdom of Us (2017)
2017 yapımı belgesel filmi 8 kardeşin anne ve babalarının intiharı sonrası yaşadıklarını konu alıyor. Babanın intiharından 6 ay sonrası ile başlayan belgesel tüm aile bireylerinin düşüncelerine ve duygularına tanık olmamızı sağlıyor. Belgesel ilerledikçe mental hastalıklar, otizm ve yas süreci ile baş edebilme gibi faktörlerin aile üyeleri gözünden ele alınıyor. Bunun yanında aile geçmişlerini ve geleceğe adımlarına da bizimle paylaşıyor. Ailenin çekmiş olduğu eski kamera görüntüleriyle ve ailenin birbirleriyle olan diyaloglarının sıkça gösterilerek desteklemesi ise belgeseli daha etkileyici kılmayı sağlıyor.
Tell Me Who I Am (2019)
2019 yapımı belgesel filmi ikiz erkek kardeş Alex ve Lewis’in birbirleriyle yüzleşmelerini ve korkunç bir aile sırrını gözler önüne seriyor. Yaşadığı kaza sonrası hafızasını kaybeden Alex önceki yaşamını kardeşi Lewis’in anlattıklarıyla biliyor. Yaşadıkları travmatik çocukluk ve ailesi hakkında bir bilgisi olmayan Alex, 54 yaşına geldiğinde tüm gerçeklerle yüzleşiyor. Kurgusal olarak çocukların geçmişte yaşadıkları eve dâhil olmak ve fotoğraflarla aile bireylerinin tanıtılması ile hikâyenin atmosferini son derece güçlü tutuyor. Alex ve Lewis kardeşlerin yaşadıklarını belgesel ile paylaşmaları ise tam bir cesaret örneği. Kardeş sevgisini, fedakârlığı ve sarsıcı bir gerçeğin ortaya çıktığı anlara iki kardeşin anlatımıyla şahit oluyoruz.
Murder to Mercy: The Cyntoia Brown Story (2020)
2020 yapımı belgesel film, 16 yaşındaki Cyntoia Brown’ın kasıtlı cinayet suçuyla ömür boyu hapis cezası almasıyla 2004’den itibaren yaşadığı hukuki süreci ele alıyor. Reşit olmamasına rağmen yetişkin olarak yargılanan Cyntoia’nın öyküsü ise görünenden fazlasını barındırıyor. İşlediği suçun farkında olmasının yanında bu suçu işlemesinin geçmişiyle ve genetik yapısıyla alakalı olduğu ortaya çıkınca müebbet hapisten affa doğru bir süreç başlıyor. Cyntoia’yı evlat edinen annesi ve biyolojik annenin açıklamaları ise bu süreci ve olayı anlamayı kolaylaştırıyor. Belgesel, gerekli araştırmalar yapılmadan yanlış kararlarla hayatını hapiste geçirecek olan Cyntoia’nın gerekli araştırmaların yapılması ve doğru hukuki sürecin sürdürülmesi sayesinde huzurlu bir hayata kavuşmasını tüm gerçekliğiyle ortaya koyuyor.
Unrest (2017)
2017 yapımı belgesel kronik bitkisel sendromu teşhisi konulan Jennifer Brea’nin hayatına ışık tutuyor. Belgeselin ilgi çekici yanı ise belgeselin yönetmenliğini Jennifer Brea’nin yapması. Harvard’da doktora yaparken bu hastalığa yakalanan Jennifer hastalığını başlangıç sürecinden itibaren kameraya alarak bunu başlatıyor. Hastalıkla sürdürdüğü yaşamını, evliliğini ve psikolojik durumunu anlatırken bunun yanında bu hastalıktan muzdarip kişilere de yer veriyor. Kişiyi yatağa mahkûm eden, ışık ve sese duyarlı hastalığı bununla mücadele eden kişilerin bakış açısıyla izleyerek onların yaşamına tanık oluyoruz. Belgesel, sağlıklı olmanın değerini bir kez daha ortaya koyarken ayrıntılarıyla bilmediğimiz bir hastalığı da yaşayan kişinin gözünden net bir şekilde görebilmemizi sağlıyor.
Abducted in Plain Sight (2017)
2017 yapımı suç-dram türü belgesel, 1970’lerde yaşanan bir kaçırılma olayı ve detaylarını ekranlara yansıtıyor. Komşusu tarafından kaçırılan Idoha’lı Jan Broberg ailesiyle ve kendisini kaçıran Robert Berchold ile olan ilişkisini tüm şeffaflığıyla bu belgeselde dile getiriyor. Bununla birlikte izleyicinin duygusal sınırlarını sonuna kadar zorluyor. Çünkü yaşananlarının derinine indikçe Robert tarafından manipüle edilmiş bir aile ve bununla birlikte küçüklüğünden itibaren ağır istismara maruz kalmış bir kızın hikâyesini izliyoruz. Sürükleyici ve oldukça ilginç bir suç belgeseli olmasının yanında olayın içindeki bireylerin verdiği röportajlar ise gerçekçi bir şekilde olayı tüm incelikleriyle ortaya koyuyor.