82ekran için yazan: Ahmet Toğaç
“Kula değil yüreğine sor beni.”
Leylim Ley – Sabahattin Ali
Beyoğlu Sineması tarafından hazırlan haftalık sinema bülteni 1989’un, iki haftada bir sinema yazarlarıyla düzenleyecekleri film sohbetleri başladı. İlk film de “Tünelin Sonundaki Işık” başlığıyla Wings Of Desire idi. Nil Kural ve Engin Ertan ise bu filmi Zoom yayını üzerinden yorumladılar. Instagram canlı yayınlarının hızına karşılık aheste ve konsantre bir şekilde birilerini dinleyebilmek kişisel olarak rahatlatıcı bir andı. Filmin Türkiye’de ilk defa Nisan 1989’da İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş olması da ’89 yolculuğunu daha anlamlı kılıyor. Cannes ‘87’deki filmin ilk gösteriminden İstanbul 1989’a gelen uzun yolculuk bir bakıma tünelin sonundaki ışığı iki sene geriden görmemize neden olmuşa benziyor. Umalım ki gecikmeli trenle gelen bu film bize “ışığı” getirebilecek olsun.
“1989’un hepimize iyi gelmesi dileklerimizle.” diyordu Utku Ögetürk bültenin ilk sayısının önsözünü bitirirken. Kendi adıma bu söyleşi bana iyi geldi, farklı sesleri duymak yeniden yaşadığımı hatırlattı. Filmdeki melekler gibi ölümlü olmanın değerini, birinin sözüyle hissetmiş oldum. Tabii bu ses karantinada ilk duyduğum ses olmadı. Telefonlara ve canlı yayınlarına oldukça alışmış olduğumuz şu dönemde belki onlarca sesi aynı anda duymaya ya da bazılarını bastırıp duymamaya niyetleniyoruz. Online derslerinden sıkılıp bir kulağında müzik açıp diğer kulağında Zoom hocasını dinlediğimiz hiç olmuyor mu? İtiraf edeyim, koridordan odama girince bir anda kendimi dersliğin içinde bulmamın şokuyla birçok dersimde konuşanı dinleyemediğim oldu. Aynı sesler aynı tonda aynı şeyleri tekrar ederken birini dinleyebilmek çok mümkün olmuyormuş. Neden Eba Tv’nin öğrenciler tarafından dikkatle dinlenilmediği de aşikar herhalde. Okul dört duvardan ibaret değil belki ama monitörün dört köşesi de hiç değilmiş.
Konuyu başka seslerle dağıtmadan filmin ve 1989’un yayınının sesine dönelim. Engin Ertan’ın Almanya deneyimleri ve Nil Kural’ın nostalji vurgusu filmin ana eksenindeki meseleleri yorumlayabilmek adına iyi ölçütler veriyordu. Özellikle şehir ve moderniteyle böylesine kuvvetli bağları olan bir filmde şehri tanımadan filmi anlamlandırabilmek pek mümkün olmayacaktır. Ancak yayının chat kısmında sorduğum soru kendi zihnimde de başka tartışmaları çıkardı. Ertan filmi oluşturan ikiliklerden bahsetmişti[*] peki sesteki ikilikler ve farklı dilleri nasıl tartışabiliriz? Sorum da bu bağlamdaydı: “Film Türkiye’den gelen göçmen işçilerin mahallesine girdiğinde değişen şehir sesleri hakkında ne söyleyebilir, Nick Cave’nin yeraltı rock müziğine karşı etnik ve oryantal müzik de film dünyasında bir başka ikilik yaratıyor olabilir mi?”
Onları yanıltmak ya da düşünmedikleri meseleleri piyasaya çıkarmak istememiştim, belki ben de kendimi daha iyi anlatabilirdim, ancak “göçmenleri filme almasaydı eleştirilirdi” diye sığ bir analizin ötesine gidemediler. Wings of Desire sadece “onlar da filmde olsun” diye mi Türk, Fransız ve Asyalı göçmenleri filmin içine katmıştır acaba? Filmin çok dilliliği yalnızca yönetmenin ötekilerin eleştirilerden kaçınmak için kurduğu bir kurnazlık mıdır? Hikayenin anlatıldığı imajlar üzerinden sinema yazarlarının yaptığı değerlendirmeler tabii ki de değerliydi ki kendi kendime bu tartışmaya vesile olduğu için iyice değerli görüyorum ama sesi duymadan böyle bir filmi analiz etmek yetkin bir kritik için oldukça yetersiz bir seçim olacaktır. Çünkü sesi/müziği düşünürken bile onun üzerinden tanımladıkları şeyler imajlar oluyordu. Nick Cave bahsinde onun popüler kültür imajından söz edilirken, bu underground rock müziği karşısında Kreuzberg’de bir arabanın radyosundan duyulan Zülfü Livaneli yalnızca ses etiketi olarak değerlendiriliyor. Duymuyoruz, ya isimleri ya da imajları okuyoruz ama sesleri neden duymuyoruz? Serdar Kökçeoğlu’nun, sesi düşünmeden filmlerini yapan yönetmenler için kullandığı, çok sevdiğim deyişi olan “sağır yönetmenler” yorumunu seyircilere ve sinema yazarlarına çevirmek istiyorum. Kulaklarımız duyarken filmlere sağır kalmak ne acı verici!
Biraz propagandavari konuşarak “Haydi filmleri duymaya” çağırayım bütün okurları. Filmin tüm bir ses analizine kalkışmak yerine neleri duymuyoruz ya da işittiğimiz şeyleri nasıl duyabiliriz fikrinden yola çıkarak kafamdaki sesleri yazıya dökme niyetindeyim. Bu yüzden kafa seslerimi dinleyeceksiniz filmin meleği Damiel gibi. Film renklendikçe aynı zamanda da “sesleniyor”. Şehre ve kültüre dair farklılıkları bu seslerle ayrışmaya başlanıyor. Siyah beyaz dünyada film ve takip ettiğimiz karakter karakterlerin yalnızca iç seslerini ve diyaloglarını duyarken Damiel ölümlü oldukça şehrin de sesini işitmeye başlıyor. Kafasına düşen zırhın acısı, kulak zarının bir bakıma delinmesi ve artık iç dünyayı değil dış dünyayı duymaya başlamasına işaret ediyor. Spiritüel bir melekken her şey kolaydı, insanlığın trajedisi sesleri duymaya başladıkça başlıyor. Bu da ölümlü olmanın hissi o derece romantik değilmiş.
Türk mahallesinde dolaşırken arabadan gelen Zülfü Livaneli şarkısına tepki verememek Damiel’in ölümlünün dilini çözemiyor oluşuna işarettir. Demek ki melekken her insan birmiş ama yaşarken her ölümlü bir değilmiş. Sesleri duyabilmek, bunları ayrıştırabilmek, baskın sesler kısık sesler ve insan olanın sadece gören değil aslında işiten varlık olarak kodluyor. Ölümlü olan hem renkleri ve yaşamayı gören biri oluyor, ancak Damiel “doğar doğmaz” ilk karşılaştığı şey kafasına düşen zırhın acısı ve helikopterin sesi oluyordu. Duyu organlarının sırasında işitme, görmeden önce başlıyordu Damiel için. Sesini işittiği ya da vücudunda acı hissettiren şeyin görüntüsüne bakarken, görme hep dolaylı eylem olarak kalıyor. Bu yüzden ilk gördüğü şey aslında daha önce orada olduklarını fark etmediği çocuklar oluyorlar. Dördüncü duyusu da tat alma oluyor, eline kafasından bulaşan kanı yaladığında. Ve kahveyi kokladığında da beşinci duyu tanımlanmış oluyor. Bu tamlık duygusu veyahut yanılmasının ardından gelen sahne Türk mahallesinde cadde boyu yürümesidir. Duyduğu bu arabaların, koşturmacaların ve yayalarının oluşturduğu sıradan seslerin yanında bölgenin sosyal hayatına dair sesleri de işittiği yer burası. Şehre ve kültüre dair sesler ayrışmaya başlıyor diye tarif ettiğimiz kısım da bu yolculukla şekilleniyor.
Damiel yanından geçen arabaların bazılarından tanıdık sesler duyulmaya başlıyor. İlginçtir ki bu tanıdık sesleri ayırt edebilen yalnızca bizim kulağımız yani şarkının dilini bilenlerin kulağı olacaktır. Ölümlü Damiel’in bildiği diller bu sesleri ayrıştıramaz. Bir kalabalık arasında duyduğu bir müzik olur ancak. Demek ki “bir/aynı olmayan ölümlülerin” aynı şehirde yaşasalar dahi gerçekten aynı şehirde değillermiş. Biri büyük film setlerinde yardımcı yönetmenin bağırışlarını dinlerken öteki köprü altındayken üzerinden gürültüyle trenin sesini işitiyor ya da underground bir kulüpte Nick Cave müziği ile kendinden geçiyor olabiliyor. Ancak müzik evrensel değil midir? Öyle olmasa Asyalı kadın, Fransız trapezci, melek eskisi bir Alman nasıl İngilizce konuşan bir müzisyenin konserinde birleşebilir. O halde şu an bu ayrı ölümlülerin dünyasına bakışımı hatalı bir yerden mi kurmaktayım diye şüphe ettim kendimden. En iyisi sağlama yapmak, vitrinlere bakalım, Berlin: Büyük Bir Şehrin Senfonisi’nden beri şehrin olmazsa olmazları vitrinler.
Bir vitrinin arkasındaki televizyondan göz kırpan bir star görüyorum, kendini canlandıran Peter Falk. Sessizliği de sesin bir durumu olarak var sayarsak Falk’ın sessiz öneri kulağımızda çınlamaya yetiyor. Diğer bir vitrine dönelim, ki o da sessizdir ancak melek Caisel biz seyircilere iç sesini dinletir. Türkçe konuşan Türbanlı göçmen kadın çamaşırhanede eşyalarını beklerken gündelik ve somut sorunlarından bahsetmektedir. Onu dışarıdan görürken film “ölümlünün rengiyle” renklenmiştir ama Falk’un göz kırparken yüzündeki mağrur ifade yerine kadının madun hali vitrinlerin arkasındaki sessizliklerin de pek aynı olmadığını ima eder. İlginçtir ki bu iki an filmde Nick Cave’nin bir konserinin öncesi ve diğer konserinin sonrasındaki sahnelerde karşımıza çıkmaktadır. Müziğin kapsayıcı (!) oluşuna bir örnek de gündelik hayatımızdan verebilir miyiz? Bu anları karantina sürecimde yaz günleri gelirken odamın camından dinlediğim müzikleri farklı işitmeme benzetiyorum. Bir başka balkondan dinlediğim caz müzikle, sokaktan geçen Çingene çalgıcıların müziğini aynı duymak mümkün mü? Ancak ikisini de telefonuma kaydetmek istesem arasındaki bu koca mesafeyi yalnızca imajla kapatıp birbirine yaklaştırsam, kötü kulaklıklarımız veya hoparlörlerimizde aynı sesi mi duyardık? Kolay geliyor bu iki farklı görüntüyü telefonumun ekranıma hapsedip imajlar haline getirmek, duyabilmeye başladığımızda ayrıştırmaya da başlayacağımız kesindir.
Arabanın radyosundan çalan müzikte Zülfü Livaneli’nin “Memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi daha uzak” şarkı sözlerine karşılık Damiel’in “Büyük şehirdeyken, daha büyük bir şehri özlüyoruz” sorgulamaları, hep o ötekinde aranan arzuyu mu işaret ediyor? Yoksa göçmenlerin mahallesinde bunu söyleyerek olmayacak arzuların peşinde koşarak “ölümlü” yaşamlarımızın değerlerini mi unuttuğumuz ima ediyor? Derdimiz modern şehirde insanca yaşayabilmek mi yoksa ölümlü birer ölümlü olarak hayatta kalabilmek mi? Tüm bunlar filmin gelenekçi gibi görünen, “gibi” diyorum çünkü film bütün bunları yaparken heteronotmatif bir romantizm ile son sözünü belirlemiş olmasına başka bir tanım bulamıyorum, finaline rağmen tüm bu aykırılıkları ve ayrımları içermesi açısından oldukça değerli görünüyor. Farklı sesleri nasıl algılıyor ve onları imajlarından ayırabiliyoruz? Ya da filmleri seyrederken bu ayrımı yapabiliyor muyuz diye sormak belki daha öncesinde. Nostalji veya şehir deneyimleri filme bakış atarken başlangıç olarak olmazsa olmaz kavramlar ancak Wings of Desire’yi büyük anlatı yapan bu farklı sesleri duyma ihtimalimizi içeriyor oluşu olmasın?
[stextbox id=’alert’ bwidth=’#d6d6d6′ ccolor=’d6d6d6′ bcolor=’d6d6d6′ bgcolor=’d6d6d6′ cbgcolor=’d6d6d6′ bgcolorto=’d6d6d6′ cbgcolorto=’d6d6d6′]
[*]Kaldı ki ikiliklerden bahsedeceksek öncelikle filmin İngilizce ve orijinal adındaki ikilikten söz etmeliyiz. Wings of Desire ve Der Himmel Uber Berlin filmi daha ne seyretmeye ne de tanımlamaya başlamadan bizi bir ikilikle karşı karşıya bırakıyor. Bu ikiliği devamlı olarak akılda tutarak filme yaklaşmakta da fayda var. Hatıralarsanız Gegen Die Wand ve Duvara Karşı isimleri de aynı filmin iki farklı başlığıydı ve bu ikilik filmin içinde bir dönüşlülüğe de götürüyordu bizi. İki dünya İstanbul-St.Pauli arasında arada kalan karakterlerin öyküsüne çıkarımlar yapmayı sağlıyordu. Bu sefer de iki dünya, ölümlü ve ölümsüz dünyalar arasında gidip gelen karakterlerin öyküsünü izliyoruz.
|
|
[/stextbox]