yukari cik
X

Ete Kemiğe Bürünen Yalnızlık: Olive Kitteridge (2014)

Ete Kemiğe Bürünen Yalnızlık: Olive Kitteridge (2014)

82ekran için yazan: Gizem Üstündağ

Olive Kitteridge, Elizabeth Strout’un Pulitzer ödüllü aynı adlı kitabından uyarlama HBO imzalı mini dizi. Emmy adaylığından altı ödülle dönerek başarısını taçlandıran dizi, incelikle işlenmiş karakterleri, kusursuz ilerleyen senaryosu ve boğaza bir yumru gibi oturan diyalogları ile akıllara kazınıyor.

Hikaye, diziye adını veren karakterin etrafında, küçük bir sahil kasabasında sıradan akan bir yaşantıya ışık tutuyor. Matematik öğretmeni olan Olive’in çevresine karşı donuk, sert, alaycı, huysuz hali incinmeye çok yakın olan kalbini koruma çabasından öte değil aslında. Güvenli alanına ilk darbeyi babasından aldığına ikna olduğumuz Olive’in her defasında yüzünü bir tüfekle dağıtan babasından bahsetmesi olağanca kırılmışlığını ve melankolisini dışa vuruyor. Aynı zamanda eşine ve oğluna son derece anlayışsız ve sevgisiz oluşu da cabası.

Oldukça sevgi dolu, naif olan Henry, Olive’in keskin sınırlarla ördüğü duvarı bir türlü aşamıyor. Christopher ise ne yaparsa yapsın memnun edemiyor annesini, ikna edemiyor yeteri kadar başarılı, iyi bir çocuk olduğuna. Yaralı bir kadın aynı şekilde yaralıyor ve boşluklar açıyor bir diğerinin dünyasında. Her şeye rağmen mücadeleye devam eden eş kadar başarılı olamıyor oğul yaşam yolunda. Yanlış tercihler yaparak mutsuz bir evliliğe adım atması bundan. Benliğini oluşturmaya çalışırken ağır darbeler alıyor ve yalnızlaştıran annesi sayesinde yabancı olduğu kendisiyle bir türlü barışamıyor.

Tematik Zenginliği ile Kusursuz Bir Anlatı

Daha ilk sahnesinden içine çeken ve neden sorularıyla baş başa bırakan sahneyle açılıyor dizi. Issız bir ormanda yere yaydığı örtünün üzerine oturup, silahın tetiğini çektikten sonra derin bir nefes alarak, ağaçların arasından görebildiği gökyüzüne son defa bakarken, gidiyoruz 25 yıl öncesine ve Olive’i intahara sürükleyen olaylar dizgesine bırakıyoruz kendimizi.

Her daim neşeli, hoşgörülü olan Henry’nin evliliğine dair herhangi bir sorunu yok, Olive’i mutluluğa ikna etmek dışında. Olive ise meslektaşı Jim ile yaşadığı aşkın vicdan yükünü bile eşi ve oğluna yükleyerek bertaraf etmeye çalışıyor. Kocasının sevgisine kayıtsız, sivri dilli, her türlü sosyal iletişiminde geçimsiz olarak nitelendirdiğimiz Olive’in aslında iç dünyasında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu farketmemiz zor olmuyor. Bir geğirme yaşıyor sadece, etrafı kırıp dökmek, umarsızca ağlamak yerine. Tüm sindirim sistemini ele geçiren bu zorlanma ve baskılama özenli bir detay olarak sunuluyor ve senaryo önünde bir şapka çıkarttırıyor.

Olive Kitteridge tematik zenginliği ile kusursuz bir anlatı sunuyor. Dizide zamanlar değişirken, bazı sorular baki kalıyor: bir evliliği sürdürebilmek, bir çocuğu hırpalamadan büyütebilmek, ölümü düşlemeden bekleyebilmek hiç incinmemiş olmakla mı mümkündür? Bu mümkün müdür? Olive’in asıl ihtiyaç duyduğu şeyi ihmal ederek yaşıyor olması, yaşam ve ölüm sarmalındaki mevcudiyetimizin çelişkisini anımsatıyor.

İntihar sahnesiyle açılan dizi, ölümü farklı şekillerde Olive’in hayatından eksik etmiyor. Babasının ölümüyle başlayan yaşamı, uzak dursa da kalbinde büyük bir yer açtığı kocasının ölümüyle devam ediyor ve kendi ölümünü planlaması ile son buluyor. Kendini vurmak için yaşlı köpeğinin ölümünü bekleyen, hasta kocasını 4yıl boyunca bakım evinde yalnız bırakmayan bir kadının içinde var ettiği kocaman şefkati görmezden gelemiyoruz.

Son bölümde diziye katılan Bill Murry’nin performansı ise takdire şayan nitelikte. Jack rolüyle karşımıza çıkan Murry eşini kanserden kaybetmiş, bir kadınla birlikte olduğu için kızına karşı öfkeli oldukça yalnız bir adam. Ve bu noktada Olive ile tek ortak noktaları yalnızlıkları oluyor. Kaybedilenlerin anıları ortak bir dil oluşturmalarına yetiyor. Artık olmayanların gölgesinde yaşam değişiyor. Tıpkı Jack ve Olive’in yalnızlıklarından inşaa ettikleri arkadaşlık gibi gelişerek, dönüşerek, devam ediyor.

McDormand kusursuz performansı ile adeta oyunculuk dersi veriyor. Henry rolü ile akıllarda yer etmeyi başaran Richard Jenkins’i ise söylemeden geçemiyoruz. Sıradan yaşantının sınırları zorlayan derinliğinde, keskin cümleler kurmadan son derece gerçekçi oyunculuklarla geçen 233 dakika şüphesiz ki teşekkürü oldukça hak ediyor.