82ekran için yazan: Polat Öziş
Tüm takım arkadaşlarıma sorun. Michael Jordan onlardan, kendisinin de yapamadığı hiçbir şeyi istememiştir.
Şöyle arkamıza yaslandığımızda, tarihe damga vurmuş, aktif olduğu dönemin en iyi sporcusu olmayı başarmış onlarca isim gelir aklımıza. Kimileri için Lionel Messi bir ilahtır, kimileri için LeBron James, kimileri içinse Roger Federer. Ancak yaşayan tüm sporcuların üstünde konumlanan biri var ki, yalnızca gösterdiği performansla değil, saha dışında sergilediği karakterle de birçokları için rol modeldir. Evet, tarihin en spektaküler oyuncularından, basketbolun tüm dünyada popüler hale gelmesine öncü olan bir winnerdan bahsediyorum: Michael Jordan, bir başka deyişle Majesteleri!
Karşımızda ilk olarak 100 dakikalık bir film olarak düşünülen ancak 98 yılından beri gün yüzüne çıkmamış görüntülerin ve anlatılacak hikâyenin bolluğundan ötürü 10 bölümlük seriye dönüşmüş bir belgesel var. Esasen bu durum, diziyi de Michael Jordan’ın özelinden çıkaran ve Chicago Bulls’un altın çağlarının detaycı bir tavırla aktarılmasının önünü açan yegâne durum. Kabul, Michael Jordan ismi günümüzde mitolojik bir simge. Hal böyle olunca da yer aldığı bir oluşumda, herhangi başka bir yapı taşının öne çıkması beklenemez. Ancak The Last Dance, Majesteleri’ne hak ettiği saygıyı biçerken, Bulls’un bunu bir takım olarak başardığını da asla göz ardı etmiyor. Scottie Pippen’dan, Dennis Rodman’a; Phil Jackson’dan, Toni Kukoc’a kadar altı şampiyonlukta emeği olan her bir unsura ayrı bir parantez açıyor. Üstüne üstlük Chicago ile sınırlı kalmayışı ve dönemin yıkıcı timleri Detroit “Bad Boys” Pistons, Dream Team, Utah Jazz gibi organizasyonlara da yer vererek kompleks bir NBA belgeseline dönüşüyor.
The Last Dance, dönemin tartışmalı olaylarından, Chicago Bulls’un geçtiği zorlu virajlara kadar farklı konuları ele alırken, ana teması olan rekabeti bir an olsun ötelemiyor. Bu yalnızca sekiz yılda altı şampiyonluk kazanan bir takımın hikâyesi ya da daha basite indirgersek NBA’in 90’lardaki durumunu ele alan bir anlatım değil. Bu, Jordan gibi büyük bir Savaş Tanrısı’nın mücadeleci yapısını tüm gaddarlığıyla ortaya döken epik bir belgesel. Keza dizide kendine yer bulan en ufak ayrıntı bile, Majesteleri’nin rakibi yeryüzünden silme kudretine sahip rekabet düzeyini vurgulamak adına işlevsel olarak kullanılıyor. Evet, dizi Detroit “Bad Boys” Pistons’a değiniyor ama bunu asıl odağı olan Jordan ve rekabeti daima gün yüzünde tutarak yapıyor. Bu da haliyle karşımızdaki anlatının, zirveye çıkardığı adrenalin dozajını sonuna kadar korumasına olanak tanıyor.
Jordan ve tüm Chicago Bulls organizasyonuna sirayet eden rekabetçiliğin, dizide bu denli ön planda olmasını sağlayan en büyük yapı taşı ise detaycı tavrı. Bugün, The Last Dance için methiyeler düzüyorsak buradaki aslan payı tüyleri diken diken eden kurguya ait. Nitekim detaycılıktan filizlenen bu kurgu, karşımızdaki işin kimi zaman bir belgesel olduğunu unutturacak kadar görkemli. Belgeselde konuşan tam 106 kişinin söylemlerini gerçek görüntüyle destekleyen ve böylelikle yaşanan tüm olayların içine ışınlanmayı mümkün kılan anlatım tarzı, coşkuyu da hüznü de iliklere kadar hissettirerek duygusuyla izleyicinin kalbine temas etmeyi başarıyor.
The Last Dance demek Michael Jordan demek. Onun mücadeleci yapısını, savaşçı kişiliğini dosta düşmana duyurmak demek. İşin doğrusu bu konuya eğilmek tehlike arz edebilecek bir yaklaşım. Nitekim Jordan’ı bir Savaş Tanrısı olarak betimlerken, onu makineleştirebilirsiniz de. Ancak dizi bu yanlışa zerre yakınlaşmıyor. Aksine Majesteleri’nin zaaflarına, olumsuz yönlerine de paye biçerek onun da etten kemikten bir insan olduğunu defaatle dile getiriyor. Her bir bölümün ayrı ayrı dramatik olarak bu kadar güçlü olmasının sebebi de bu. Jordan’ı mitolojik bir figür olmaktan çıkarıp, perde arkasında yaşananlarla masalsı yapısını kocama bir gerçekliğe dönüştürmesi…
Peki, The Last Dance tarihin en iyi spor belgeseli olarak anılmayı şimdiden hak ediyor mu? Esasen bu tarz iddialı söylemler geliştirmek pek tarzım değil. Ancak şu da bir gerçek ki, The Last Dance’i izleyip büyülenmemek elde değil. Çünkü dizi, birçok muadili gibi olay örgüsünü sıralayıp, yaşanan hadiseleri anlatmakla geçmiyor. Evet, Chicago’nun yaşadığı süreç başlı başına ilgi çekici. Ancak The Last Dance rekabeti ön plana çıkarma dürtüsüyle adeta bir yol gösterici hüviyetine bürünüyor. Vazgeçmemeyi, yaşanan her olumsuz hadiseye rağmen savaşmayı öğütlüyor; mücadelenin sonunun muhakkak zafer olacağını işaret ediyor. Bunu da yaşayan tüm sporculardan daha üst bir noktada konumlanan ve birçok insanın rol model olarak gördüğü Jordan’ın karakteristik yapısıyla tek vücut olarak dile getiriyor. Bu öyle her babayiğidin harcı değil. Hem bir belgesel olarak tarihi gerçeklikleri aktaracaksın, hem de meseleni ön plana çıkararak savaşmanın önemine dem vuracaksın; hakikaten takdire şayan. Tam da bu yüzden The Last Dance tarihin en iyi spor belgeseli olarak anılmayı şimdiden hak ediyor. Evet, bu kadar abartılı bir tanımlama yapmak aşırılık olabilir. Hoop Dreams (1994), Senna (2010), Once Brothers (2010) gibi türün öncü yapımları varken hem de. Ancak, kimse kusura bakmasın. Hiçbiri bu kadar destansı ve ilham verici bir anlatıma sahip değil.
Peki, hiç mi noksanı yok bu belgeselin? Esasen 10. bölüme gelen kadar içimdeki en büyük yara, hayata gözlerini yuman ve bu nedenle söz hakkına sahip olmayan Jerry Krause’un günah keçisi ilan edilmesiydi. Kabul etmek lazım ki, tarihin en büyük takımını dağıtmak cesaret isteyen bir işse, o takımı inşa etmek de zeka ve vizyon isteyen bir iştir. Jerry Krause sahip olduğu niteliklerle Chicago Bulls hanedanlığını yaratırken, muhakkak hata yapmıştır. Jordan gibi, Jackson gibi, Reinsdorf gibi… Ancak son bölümde takım sahibi Jerry Reinsdorf, sorumluluğu üstüne alarak hem Jordan’ı şaşırtıyor hem de izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Böylelikle Jerry Krause’un üstündeki yükü nispeten de olsa hafifleterek dizinin söylem anlamındaki problemli noktasının üstüne de bir çizgi çekiyor.
Sinema tarihinde yapılmış en iyi spor filmidir Rocky (1975). Amerikan rüyasını gerçek kılan sıradan bir boksörün zirveye çıkış hikâyesini, dramatize etmeden çekilen acılar eşliğinde anlatır. Ve daha da önemlisi indirilen son yumruğun önemine değer biçer. Bugün, The Last Dance’in sahip olduğu biçim de Rocky’le oldukça benzer. Rakipleri tarafından daima dövülen, hayat tarafından hırpalanan ancak bir an olsun vazgeçmeyerek zirveye adını yazdıran bir sporcunun hikâyesi… Evet, The Last Dance bilmediğimiz bir şey anlatmıyor belki. Ancak bunu can alıcı bir işçilikle yaparak, çok iyi bilinen hikâyeleri bile vurucu kılıyor. Michael Jordan’ın hayat dersi niteliğindeki yaşamını merkezine alırken, Rodman’la güldürmeyi, Pippen’le hüzünlendirmeyi es geçmiyor. Üstüne üstlük basketbolun endüstriyelleşmesi ve Phil Jackson ile birlikte değişen oyun anlayışını da açık bir şekilde resmederek dört dörtlük bir basketbol anlatımına evriliyor. Bu sporu sevin ya da sevmeyin; ilgi duyun ya da duymayın. The Last Dance’i izlemekten daima zevk alacaksınız. Çünkü bu, mücadelenin bir hayatı nasıl zirveye çıkarabileceğini ve o zirvede ne denli fırtınalarla boğuşmak durumunda kalınacağının en açık göstergesi. Tam da bu nedenledir ki tekrar tekrar dile getirmek gerekir: Daha iyisi yapılana kadar, en iyi spor belgeseli artık The Last Dance’tır!