yukari cik
X

Camus’nun Yabancı’sı, Yazgı’nın Musa’sı

Camus’nun Yabancı’sı, Yazgı’nın Musa’sı

82ekran için yazan: Gizem Üstündağ

Yabancılaşma, insanlığın varlığından bu yana çeşitli şekillerde anlamını bulmuş bir kavramdır. Toplumun içinde bulunduğu siyasi, sosyal ve psikolojik süreçlerden bağımsız düşünülemediğinden dolayı insanlığın başat problemlerinden biri haline gelmiştir. Bu denli önceliği olan bir kavram farklı disiplinler tarafından da ele alınıp incelenmeye değer görülmüştür.

Yabancılaşma kavramı günümüz toplumun şartları gereği sıkça kullanılan bir kavram olsa da bu olgunun kökeni putperestlik-puta tapma inancına dayanır. İnsanoğlu kendi yarattığı bir şeyi kutsal sayarak ona tapmış ve böylelikle kendi özüne, benliğine ve gücüne yabancılaşmıştır. Felsefede önemli yeri olan yabancılaşma kavramını ilk kez kullanan Hegel’e göre, insanın salt varoluşu ile metafizik boyut olan ruhani varlığı arasındaki çatışma yabancılaşmayı beraberinde getirir. Ona göre yabancılaşma, kendini gerçekleştirmeye çalışan insan, özne ve başkaları tarafından yönlendirilen insan, nesne olarak ikiye ayrılması sonucunda ortaya çıkar. İnsanın kendi yaratılarının (dil, bilim, sanat vb.) kendine yabancı geldiği andır yabancılaşmayı meydana getiren. Marx’a göre ise; kapitalist sistem yabancılaşmanın yaşandığı yegane sistemdir. Bu kapitalist düzen insanı nesneye, şeye dönüştürerek kişinin topluma ve kendisine yabancılaşmasına yol açar. İnsanın emeğiyle ürettiğinin emeğinin önüne geçmesi varlığına karşı bir yabancılaşma yaşadığını ifade eder. İşçinin ürettiği şeyin başkaları tarafından alınması ile kendi ürettiği üzerinde kontrol sağlayamamasıdır. Ürettiğine, emeğine yabancılaşmasıdır bir anlamda. İşçinin üretim eylemine yabancılaştığı kapitalist düzende, ürettiğinin gerçekliği sadece işe yarar olması boyutunda anlam taşır. Ortaya konulan emeğin işçinin kendi adına özel tatmini, yaratıcılığı veya kabiliyetinde söz edilmez. Böylelikle çalışarak, emek verilerek ortaya konulan şey yabancı bir faaliyet haline gelir.

Sanata da sirayet eden yabancılaşma teması böylelikle sinemada da önemli bir yer edinir. İnsanın varoluşunun, varoluş sancılarının, herkesleştirmeye çalışan modern dünyanın ittiği derin yabancılaşmanın altını özenle çizer, farkındalığın sınırlarını genişleterek insanoğlunun yabancısı olduğu hissi ile çevrelendiği bir dünyada yalnız olmadığını önemle vurgular. Bergman, Antonioni gibi dünya sinemasından önemli yönetmenler filmlerinde bu temaya sıklıkla yer vermişler; insanın yalnızlığını, yalıtılmışlığını, iletişimsizliğini felsefi, psikolojik çerçevede oldukça etkileyici bir biçimde aktarmışlardır. Hatırı sayılır bir biçimde filmlerinde yabancılaşma temasına yer veren önemli isimlerden biri de kuşkusuz Türkiye Sineması’ndan Zeki Demirkubuz’dur. Albert Camus’nun varoluşçu düşüncelerine dair ciddi fikirler edindiğimiz romanı Yabancı’da, yaşamındaki her şeye, tüm gerçeklere kayıtsız kalmış, dünyaya ve kendisine yabancılaşmış, tüm anlamlardan sıyrılarak hayattan izole olmuş bir karakter resmedilir.

Demirkubuz’un Yabancı romanından esinlenerek sinemasına uyarladığı Yazgı’da annesinin ölümüyle yaşadığı umursamazlık ve duygusuzluk hali, Musa karakteri ile karşımız çıkar. Toplumun dayattığı her türlü dini, ahlaki yargılarından bağımsız duran, nedenleri hayatın anlamsızlığı ile açıklayan ana karakter, Camus’nun ‘’absürt felsefe’’ olarak tanımladığı kavramı açıklar. Varoluşumuza bir anlam yüklemek isteyip, nedenlerin cevaplarını bulamadığımızda, içinde yaşadığımız dünya ile kendimiz arasındaki mesafe çoğaldığında duygularımıza ve etrafımıza yabancılaşmadır absürt (saçma) olarak tanımlanan. Zamanın çemberinde sıkışıp kalan insan önünü görmek için geleceğe tutunmak ister, gelecek bir kurtarıcıdır belki, hapsolduğu yabancılaşmış belleğinde, dünyaya ve her şeye. Nihilizm varlığını ortaya koyar tam bu noktada. Zamanın işleyişi bir umuttur belki yaşam adına fakat tüm hayallerini ve arzularını yok edecek olan da zamandır beraberinde getirdiği ölüm ile. Bir tutarsızlık olarak yorumlar bu durumu Camus. Tüm umutlarını bağladığı gelecek, bir yok oluşu tüm keskinliği ile hatırlattığında çaresizdir insan, hiçliğin kıyılarına vurması kaçınılmazdır. Akıl ile kavranılamayan varoluş ayırır dünyadan ve kendinden kişiyi ve saçma (absürt) tam da bu noktada gösterir kendini; bilinci ile anlamlar yaratmaya çalışırken, aklın yetersiz kaldığı soruların yanıtsızlığı karşısında dünyadan ayrı düşen insanın vardığı noktadır. İnsan ile dünya arasında açılmış büyük bir boşluktur. Zaten anlamlar aramak faydasızdır Camus’ya göre. Hayat akışı içerisinde her şey kendini tekrarlayan bir düzende ilerlemektedir ve asıl anlamsızlığı yaratan dönüp dönüp aynı sonuca vardıran rutin yaşantılardır. Tekrarlayan yaşam insanın gelecekten beklediği umudun sönmesine hizmet etmektedir bir bakıma. Amaçsız ve anlamsız bir yaşamda yol alabilmek her türlü duygudan arınmış, uyuşmuş bir bilinç ile mümkün gözükmektedir. Kayıtsızdır Musa, annesinin ölümüne bile. Üzülmelidir toplumsal bilince göre. Üzülmüyorsa sorgulanması gerekir normalliğinin. Her türlü ahlaki, toplumsal, dini normlardan bağımsız bir yaşam sürer oysa Musa; bu nedenledir anormal algılanışı ve annesinin ölümüne aldırmayışı. Yabancısı olduğu bir toplum vardır bir de yabancısı olduğu bir özü. Hissetmesi gerekenler ile ait olamadıkları arasındaki uçuruma bakmaktadır. Derin uçurum sürdürdüğü rutiniyle daha da büyür ve anlamsızlaşır zamanla. İçinden çıkılamayan bir zaman vardır ve zamanın içinde hızla yok olan bir benlik. Bu rutinin içinde kaybolur Musa, yine de yaşamayı tercih eder ve saçmalığı sürdürür. Devam eden yaşamı saçmalıklar silsilesidir ve buna bir son vermek istemez çünkü en nihayetinde onun için hiçbir şey değişmeyecektir.  Kendisini aldatan karısını izler sadece, hiçbir şey yapmaz. İşlemediği bir suçu üstlenir, mahkemede kendini savunma gereği duymaz. Suçundan dolayı yargılanmadan önce sorguladığı tek bir şey vardır; kişileri öldürdüğü için mi yoksa annesinin ölümüne üzülmediği için mi yargılanacaktır?

Varoluşu gereği insan iyiyi ya da kötüyü seçme hakkına sahiptir. Kendisini çevreleyen dışsal bir zemin yani onun için yapılandırılmış bir evren modeli içerisinde değildir. Kayıp gittiği boşlukta ayaklarının üzerine basabilecek bir zemin inşa etmesi yapmış olduğu seçim ve sorumluluklarıyla mümkün olabilecektir. İnsanın özgürlüğü kendi eylemleri adına üstlendiği sorumluluktur. Sorumluluktan feragat etmek özgürleşmek demek değildir. Özgürlük, gerçekleştirilen eylemlerin sorumluluğu ile birlikte gerçeklik koşullarında sınırlılıkların varlığını kabul etmektir. Sartre’a göre insan özgür olmaya mahkumdur. İnsanın özgürlükten kaçamayacağını savunmaktadır. Her ne olursa olsun tek seçenek seçim yapmaktır. İnsan kendi seçimlerinin sorumluluğunu aldığı sürece eylemlerinden sonuçlar çıkaracak ve bu sayede yaşamın anlamına dair farkındalığa varacaktır.

Suçu asıl işleyen itirafta bulunduktan seneler sonra savcının Musa ile yaptığı konuşmada fark ederiz, Musa seçim yapmayarak bir seçime varır ve inandığı belki de tek şey sonuç her ne olursa olsun içinde bulunduğu saçmalığa hükmü olamayacaktır.

[stextbox id=’info’ bwidth=’#dedede’ ccolor=’dedede’ bcolor=’dedede’ bgcolor=’dedede’ cbgcolor=’dedede’ bgcolorto=’dedede’ cbgcolorto=’dedede’]SavcıNeden yaptınız bunu? 
Musa: Bir nedeni yok.
Savcı: Ne soruşturma sırasında ne mahkemede kendinizi hiç savunmamışsınız. Savunmadığınız gibi suçlamalara da itiraz etmemişsiniz. Bugüne kadar bir kez olsun ben suçsuzum dememişsiniz ve 4 yıl boşu boşuna hapis yatıp akıl hastanelerinde süründükten sonra şimdi gerçek ortaya çıkıyor. Ya cezanız infaz edilseydi ya da bu yanlışlık hiç ortaya çıkmasaydı?
Musa: Ne fark ederdi?[/stextbox]

Bir saçmalıktır bu dünyada yaşadıkları ve bu absürtlüğü değiştiremeyeceği farkındalığından dolayı kayıtsızdır olan bitene. İntihar etmek anlamsızdır ve hiçbir şeyi değiştirmeye yetmez Camus’ya göre ve Musa da son vermek istemez yaşamına, saçmalıklar düzeninde sürdürür varoluşunu; tam da dediği gibi ‘’ne fark edecektir’’ en nihayetinde.

Sahip olduğu özde hem masumdur insan hem de suçlu. Varoluşu gereği kötüyü seçmeye yatkın oluşunun altını çizer bir yerde ‘’Yazgı’’.  Ailenin öldürülmüş olması umurunda değilmiş gibi gözüken Musa’nın sözlerinde varoluşsal kötüye yönelme şu şekilde anlamını bulur.

[stextbox id=’info’ bwidth=’#dedede’ ccolor=’dedede’ bcolor=’dedede’ bgcolor=’dedede’ cbgcolor=’dedede’ bgcolorto=’dedede’ cbgcolorto=’dedede’]Savcı: Çocuk öldürmenin iyi bir şey olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Musa: Çocuk için iyi değildir tabii. Ama öldüren için iyidir.
Savcı: O zaman siz de yapabilirsiniz?
Musa: Birkaç gün öncesine kadar bu suçtan idam edilmeyi beklediğimi unutuyorsunuz.[/stextbox]

Film sona erdikten sonra Musa’nın kendisi hakkındaki sözlerini duyarız jenerikte. O gece ilk kez annesinin ölürken neler hissettiğini düşündüğünü, içinde bir şeylerin harekete geçtiğini söyler. Fakat sonrasında ‘’ruhum hala bomboştu’’ şeklinde ifade eder. Hala bomboştur Musa, umutsuzluktan, değiştirebileceği herhangi bir şey, dönüşebileceği daha iyi bir Musa’nın mümkün olamayışından… Tek başına başlatılan mutlak varoluş yine aynı şekilde tek başına sonunu hazırlar; bu nedenledir ki kişiler arası ilişkilerde kurulan yakınlığın düzeyi ne olursa olsun aradaki boşluk kapatılamayacaktır. Hangi durumlarda hangi duyguları yaşamamız gerektiğinin ezberletildiği, kültürel, ahlaki, dini değerlere uymamanın anormalliği meşrulaştırdığı bir varoluş serüveninde belli ki kendiyle ve ötekiyle boşluk kaçınılmaz bir sondur.