82ekran için yazan: Polat Öziş
Hawkins’e geri dönmeye hazır mısınız? 80’lerin retro atmosferini huzurlarımıza getiren ve gerilim dozajını anbean diri tutan karanlık yapısıyla izleyicinin sevgilisi haline gelen Stranger Things, farklı ama bir o kadar da konuşulmaya değer üçüncü sezonuyla arz-ı endam etmiş vaziyette. “Bir yaz her şeyi değiştirebilir” sloganıyla Netflix ekranlarını süsleyen Stranger Things 3, ilk iki sezonu aratmayacak düzeyde mi yoksa gerçekten “her şeyi değiştirebilecek” seviyedeki içler acısı bir sezonla mı karşımızda? Dilerseniz gelin hep birlikte inceleyelim.
Öncelikle biraz geçmişe doğru yolculuğa çıkmakta yarar var. İlk olarak 2016 yazında görücüye çıkan Stranger Things, start verdiği andan itibaren, 80’lerin tüm cazibesini izleyicisi ile buluşturması hasebiyle dikkat çeken bir iş. Müzikleri, sinematografisi ve özellikle dönemin kült işlerinden aldığı referansları ile adeta ekran başına geçen herkesi 80’lere ışınlayan ve 7’den 70’e büyülenmemize vesile olan bir yapım. Keza Stranger Things’i özel kılan yegane değişken de bu. Peki, üçüncü sezonda da durum hala aynı mı? Doğrusunu söylemek gerekirse dizi, izleyicisini bir kez daha zamanda yolculuğa çıkarıyor ancak bunu bütünlükten uzak bir şekilde gerçekleştirmesi ve üstüne üstlük Amerikancı bir dil ile ortaya koyması, Stranger Things 3’ü dizinin en bayağı sezonu olarak tanımlanmasının önünü açıyor.
[stextbox id=’alert’ shadow=”false” bwidth=’#fc3a3a’ ccolor=’fc3a3a’ bcolor=’fc3a3a’ bgcolor=’fc3a3a’ cbgcolor=’fc3a3a’ bgcolorto=’fc3a3a’ cbgcolorto=’fc3a3a’]SPOILER ALERT[/stextbox]
Malum, ikinci sezonun sonunda Eleven, galaksiye barış ve huzur getiren Luke Skywalker edası ile Hawkins’i kurtarmış ve Upside Down’a giden kapıları kapatmıştı. Esasen Stranger Things hikâyesi bu noktada sonlansa kimsenin itirazı olmaz ve dizi efsane statüsüyle yıllar yılı anılırdı. Tabii, burada iştahlı bir kapitalist edasıyla devreye giren Netflix faktörü önemli. Keza, tutan yapımları bitirme konusunda cesaretten yoksun davranan ve güzelim anlatıları sakız gibi uzatma konusunda ustalaşan platformun son kurbanı da Stranger Things olmuş durumda. Nitekim dizinin, biten hikâyesinin ardından oldukça zoraki bir sezonla döndüğünü ve bu zorlamanın da anbean göze çarptığını söylemek yanlış olmayacak. Evet, hikâye bu sezon fazlasıyla genişliyor ve katmanlaşıyor ancak genişlerken de bütünlükten uzak ve dağınık bir görüntü çiziyor.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Stranger Things her ne kadar bir atmosfer dizisi olsa da bu yapı içerisinde öne çıkan karakterler de yok değil. En başta da Dustin. Zekâsı, sempatik tavırları ve dost canlısı duruşuyla şüphesiz ki tüm bölümlerin en dikkat çekeni o. Bu nedenle Dustin’e dizi içerisinde daha büyük bir misyon yüklenmesi kadar doğal bir şey yok. Ancak 3. sezonda Duffer Brothers’ın kocaman bir strateji hatası yaptığını da söylemek gerekir. Nitekim dizinin kilit ismi Dustin’i tek başına bir maceraya çıkarmak her ne kadar ilgi çeken bir karakterden, daha fazla olumlu geri dönüş alabilmek adına yapılmış ve fazlasıyla da anlaşılabilir bir karar olsa da işleyişteki yanlışlar, tüm doğruları alaşağı eden cinsten. Bu noktada Dustin’e yeteri önemin gösterilmeyişi ve tam anlamıyla bu küçük dâhinin üvey evlat muamelesi görüşü, Stranger Things’in de kendi ayaklarına sıkmasına ve cazibesini baltalamasına neden oluyor.
Tabii Dustin kadar göze çarpan biri varsa o da Hopper. Dizinin silahlı gücü olan ve Stranger Things çocuklarının koruyucusu olarak öne çıkan polis şefi, 3. sezonda yalnızca bir mizah malzemesi olarak kullanılmış vaziyette. Bu durum dizinin elde kalan son ciddiyetinin de rafa kalkması demek. Kaldı ki, Hopper’ın da Dustin gibi farklı ve yorucu bir maceranın içine sürüklenmesi, anlatının bütünlüğünü ve Hopper’ın güven veren duruşunu zedeleyen en önemli noktalardan.
Evet, Stranger Things birlik ve beraberliği çağrıştıran yapısından oldukça uzakta bir sezonla karşımızda. Nitekim farklı cephelerde savaşan birden fazla komutanın olması da bunun en büyük örneği. Ancak üçüncü sezonun göze batan bir diğer noktası ise geliştirdiği milliyetçi söylem. Hikaye, bir yandan zoraki bir şekilde olay örgüsünün içine “Rus”ları dâhil ederken, öte yandan da modası geçmiş bir komünizm-kapitalizm savaşını tekrardan gün yüzüne çıkarıyor. Ve doğrusunu söylemek gerekirse bu savaş Rocky IV’ün buram buram propaganda kokan yapısından bile daha ucuz! Kapitalizmin simgeleşmiş markalarını yüceltme uğraşı ve daha da acısı komünizmin insanlığın en büyük düşmanı olduğu gibi çoktan tarihe karışmış tezlerin yeniden öne sürülmesi, Stranger Things’in pop-retro atmosferini değersizleştiren ve naifliğine gölge düşüren etmenler olarak beliriyor.
Gelelim anlatının biçimine. Malum diziyi çekici kılan ana etmen, her daim heyecan dozajını diri tutması ve izleyicisini kocaman bir adrenalinin ortasına bırakması. Ne var ki bu sezon, birbiriyle bağlantısız birçok hadiseyi ön plana sürmesinden dolayı, geçmiş sezonları aratan bir haleti ruhiyeyle karşımızda. Her ne kadar Duffer Brothers, türe hâkim dokunuşları ile gerilimi kademe kademe yukarı çekmeye uğraşsa da, senaryonun zayıflığı altında ezilmekten kurtulamıyor. Kaldı ki, parçaları birleştirmek konusunda da oldukça geç hareket eden ve bu dağınık yapıyı kurtarma konusunda doğru adımları atamayan Duffer Brothers, Stranger Things özelinde ilk defa sınıfı geçemeyen bir performans sergiliyor.
Peki, koca 3. sezonun hiç mi artısı yok? Bittabi var. En başta Stranger Things 3, işin aksiyon tarafını bir kenara itse de, yükselen mizah sosuyla ekran başına geçen herkese keyifli anlar vadetmeyi es geçmiyor. Gerek birbirine iyiden iyiye alışan karakterler, gerekse aşk hikâyeleri arasındaki gelgitler, anlatının mizahını dişe dokunur kılıyor. Bu durum, her ne kadar Stranger Things’in alışılagelmiş karanlık atmosferini iyiden iyiye rafa kaldırsa da farklı bir tat ve yenilikçi bir bakış açısı sunması açısından fazlasıyla kıymetli. Evet, söylemi ve hikâyesinin genel yapısı altında ezilen koca bir sezonla karşı karşıyayız. Ama bu bile karşımızdaki sezonun, “matrak” bir yapı etrafına kurulduğunu ve eğlencesini katlayarak arttırdığı gerçeğini değiştirmeye yetmez.
Tabii bu sezonun en dikkat çeken konusu oyunculuklar. Git gide büyüyen ve artık çocukluktan çıkma aşamasına gelen ana karakterlerin gelişimine birebir tanıklık etmek gerçekten müthiş bir olay. Keza Hawkins’in bu deli dolu gençlerinin, oyunculuk anlamında çıtayı git gide yukarı koyan tavrı da ziyadesiyle takdire şayan. Tabii bu noktada Eleven’ın sert bir savaşçıdan, genç bir kıza dönüşümü kadar dikkat çeken bir performans varsa o da şüphesiz ki Robin karakteri ile arz-ı endam eden Maya Hawke. Uma Thurman ve Ethan Hawke gibi iki yetenekli oyuncunun kızı olan Maya, şüphesiz ki bu sezonun en büyük sürprizi. Gerek sempatik tavırları, gerekse heyecan dozajının yükseldiği anlardaki sağlam duruşu alkışı fazlasıyla hak ediyor.
Üçüncü sezonuyla geri dönen Stranger Things, bir kez daha müzikleri ve sinematografisi ile izleyicisini 80’lerin retro atmosferine ışınlarken, dağınık yapısı ve karmaşık kurgusuyla bütünlükten uzak bir görüntü çiziyor ve ilk defa sınıfı geçemiyor. Tüm negatif yönlerine rağmen, sevilen karakterleri, Hawkins’in tüm cazibesi ile huzurlarımıza taşıyan dizi, düşen gerilimini artan mizahı ile telafi etmeye çalışsa da bu konuda ne kadar tatminkar bir duruş sergilediği tartışmaya açık. Gelecek sezona dair en büyük sürprizini after credits’te veren ve ilerleyen bölümlerin daha kanlı olacağının sinyalini izleyicisine aktaran dizi, gereksizce yükselen milliyetçi söylemini bir kenara bırakır ve eski kaotik atmosferine geri dönerse muhakkak ki tadından yenmez bir dördüncü sezonu bizlere armağan edecektir. Ne diyelim: Bir yaz çok şeyi değiştirir.