yukari cik
X

Benim Sönmeyen Yangınım: Incendies (2010)

Benim Sönmeyen Yangınım: Incendies (2010)

82ekran için yazan: Ceren Kurtoğlu

Bazen bir film izlersiniz; sizi etkileyen ne çekim tekniği, ne kurgusu, ne oyuncuları olur. Belki kendi hikâyenizdir o film belki de tanık olduklarınızın. Incendies (İçimdeki Yangın) tam olarak böyle bir yapıt. Evet, belki çok ağır işleyen, aksiyonsuz, akılda kalıcı bir iki sekans dışında sahnesi olmayan hatta bazıları için sıkıcı sayılan bu film, gerçek hayata paralelliği ile bir süre sonra sizi etkisi altına alıyor. Tarihsel bilgisi olmayan biri için savaşın taraflarını çözümlemek her ne kadar zor olsa da filmi izlerken coğrafya, ülke, taraf kavramlarını bir kenara bırakıp acıya, savaşa, ölümün soğuk yüzüne odaklanıyorsunuz.

Incendies, gerçek olaylardan esinlenilmiş bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Evet, Lübnan’da 1970 yılında başlayan Müslüman-Hristiyan kavgasının 1975’te iç savaşa dönüşmesini konu alan filmde içinde farklı mezheplerin, tarikatların, militan grupların da olduğu bu erkek mücadelenin ortasında kalan bir kadının kaderi nasıl etkileniyor açık açık şahit oluyorsunuz. Nawal, gözleri önünde sevgilisi öldürülen, çocuğunu topuğunda bir izle yetimhaneye yollamak zorunda kalan fakat iç savaşın getirdiği endişeyle yıllar sonra oğlunun peşinde kent kent sürüklenen ve acı çeken bir kadın. Doğumda söz verdiği gibi bir gün bulmayı umut ediyor oğlunu. Fakat kalbi ne içindeki acıya ne yaşadığı hayal kırıklıklarına dayanıyor Nawal’ın. Gördüğü işkence ve tecavüzler sonucu doğan ikiz çocuklarına hem babalarını hem ağabeylerini bulmalarını vasiyet ediyor. Film bu şekilde Ortadoğu’nun o iç karartıcı bataklığında sizi flashbacklerle sarılı sancılı ve huzursuz bir yolculuğa çıkartıyor.

Önce erkek egemen ailesi tarafından yazılan kadere boyun eğmek zorunda kalıyor Nawal. Abileri sevdiği adamı gözünün önünde öldürüyor. Doğacak çocuğunun babasının öldürülmesi Nawal’ın kaderini sil baştan başkasına çizdiriyor. Babaannesine. Her ne kadar Nawal onun için namusuna gelen bir leke ise de yine elini omzuna koyuyor ve bu düzende olabildiğince yardım etmeye çalışıyor torununa. Doğurduktan sonra çocuğundan ayrılmak zorunda kalan ve şehre okumaya giden Nawal’ın kaderi iç karışıklıklar nedeniyle bir kez daha bozulup çiziliyor. Erkekliğin çarpıştığı fakat erkeklikten başka herkesin yara aldığı bu savaşta din, mezhep, milliyet hiç fark etmiyor. Çocuklar ya öldürülüyor ya savaşmak için nefret aşılanarak eğitiliyor. İç savaştan arta kalan bir enkazın derinliklerinde çocuğunu bulmak amacıyla solup giden bir kadına dönüşüyor Nawal da en sonunda.

Gazeteci kimliğini bir kenara bırakarak düşüyor yollara. Bazen bir Müslüman oluyor; bazen Hristiyan bazen de bir katil oluyor Nawal. O oğlunu bulmak bir kenara dursun bu kâbusun sorumlusundan intikam almak istiyor. Kâbus onun için iç savaş ile başlamıyor hâlbuki. Kâbusu, doğduğu coğrafyada başlıyor. Köyünde başlıyor. Abilerinin ellerindeki tetikte başlıyor. Ona namussuz yaftası yapılan sistemde başlıyor. Ama yine de bir sorumlu buluyor kendince. Oğlunu bulamamasının sebebi olarak savaşın taraflarından birinin liderini öldürüyor. İşler bu Ortadoğu kâbusunda Nawal için daha zor bir hâl almaya başlıyor artık. Dövülüyor, tecavüze uğruyor, işkenceye maruz kalıyor. Oğlunu bulamamış olmanın sancısı bir yana Nawal bir de savaşın bedelini ödüyor. Bedeninde ve ruhunda bırakılan acılarla yaşamayı kabullenen Nawal, yıllar sonra bir havuz kenarında bulduğunu sanıyor yaralarının ilacını. Topuğuna bıraktığı iz yıllar sonra Nawal’ın gözüne takılı kalıyor ve Nawal’da hiç kapanmayacak bir ize daha sebep oluyor. Bir umutla çevirip sarılmayı arzuladığı ‘’aşk meyvesi’’ ilk göz ağrı oğlu, yüzünü Nawal’a döndüğü anda içindeki ateşi harlıyor. Nawal şimdi hem tecavüzcüsüyle hem oğluyla karşı karşıya.

Hikâyesi o öldükten sonra başladı!

İnsanlara bakınca içlerindeki yangını göremezsiniz. Nawal da bunu son nefesine kadar saklayan bu yangının ortasında kül olup giden biri oldu. Kalbi bunca acıya dayanmadı ama hikâyesi o öldükten sonra başladı. “Beni tabuta koymadan ve dua etmeden, çıplak bir şekilde, dünyaya sırtımı çevirmiş, yüzüm toprağa bakar şekilde, bir isim ve mezar taşının olmadığı vaziyette defnedin. Sözünü yerine getirmeyenlerin mezar taşı olmaz. Size verdiğim mektuplar yerine ulaştığı zaman suskunluğumu bozmuş, sözümü tutmuş olacağım. İşte o zaman mezarıma taş koyup, güneşe bakacak şekilde adımı yazabilirsiniz.” diyerek bıraktığı vasiyeti gerçekten de sözünü tutmasıyla ve mezarına adının kazınmasıyla yerine getirilse de Nawal’a ölümün bile huzur getirmediğinin farkına varıyoruz.

Yüzyıllar boyunca sadece savaşlarıyla bilinen, kan dökülmeyen, masum ölmeyen neredeyse hiçbir karış toprağı kalmamış olan Ortadoğu yine acının, gözyaşının sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Yazının başında da dediğim gibi bazen izlediğiniz filmde sizi etkileyen tek şey hikâyedir. Çünkü bilirsiniz ki o hikâye gerçektir. Sınırınızda duyar belki ülkenizde görürsünüz. Belki komşunuzun belki sizin gerçeğinizdir. Bilirsiniz bu gerçek, kıyıya vuran bir mülteci çocuğun gerçeğidir. Belki batan teknede boğulan onlarca göçmenin gerçeğidir. Bu yüzden tekrar izlemek de cesaret gerektirir. İşte Incendies tekrar izlemeye cesaret gerektiren fakat izlediğinizde de söndüğünü sandığınız yangını tekrar alevlendiren bir yapım. Tecavüzü görmediğiniz halde Nawal için acı çekebiliyorsunuz. Uğradığı şiddeti görmeseniz de o tokadı suratınızda hissedebiliyorsunuz. Yanmış cesetleri görmediğiniz halde siz de o minibüste masumlarla yanabiliyor, annesinin yanına koşan çocukla birlikte siz de sırtınızdan vurulabiliyorsunuz. Yönetmen Denis Villeneuve, bunları açık açık gösterme zahmetine girmiyor çünkü zaten bunları yaşıyorsunuz. Fazladan duygu sömürüsüne gerek duymuyor. Bir can yakıcı şiddet sahnesi, bir tecavüz sahnesi koymaya ihtiyacı yok. Çünkü bunlar insanlığın acı gerçekleri.

Kadın kimliğinin yaşadığı baskıyı biliyorsunuz. Ötekileştirilmeyi biliyorsunuz. Din bağnazlığı altında çıkan çatışmaları görüyorsunuz. Ayrıca Villeneuve savaşın ne taraflarını ne konumunun bilgisini veriyor. Çünkü biliyoruz ki ne konum, ne din, ne kimlik, ne milliyet fark ediliyor. Biliyoruz ki hangi din hangi milliyet olursa olsun masumlar öldürülüyor. Her şekilde nerede olursa olsun tecavüze uğrayan savaş mağduru kadınların, öldürülen, militan yapılan, kaçırılan masum çocukların olduğunu biliyorsunuz. Masumların o fillerin altında ezildiğini görüyorsunuz. Film boyunca devam eden rahatsız edici sessizlik bizi gerçek hayattaki ikiyüzlülüğümüzü sorgulamaya mı itiyor bilmiyoruz ama film bittikten sonra etkisinden çıkıp gerçekler hakkında üç maymunu oynamaya devam etmek, boğulan mülteci haberini kapatmak, istismara uğrayan göçmen çocuk gündemini okumamak insana şunu sorgulatıyor: Gerçekten bazen bilmemek daha mı iyidir?